Rize- Ayder (Bölüm 1) - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

1 Eylül 2011 Perşembe

Rize- Ayder (Bölüm 1)

Her zamanki bir iş çıkışında Şişli Ermeni mezarlığının duvarında asılı olan bir afiş dikkatimi çekti. Afişin üstünde ÖEP’in 6.geleneksel ortak yaşam kampı yazıyordu. Konu olarak da: Hes karşıtlığı dikkat çekiyordu. Ama asıl önemlisi bu etkinliğin tam da benim yıllık iznime denk geliyor olmasıydı. Hemen telefon numarasını kayıt ettim.
Telefon görüşmesinden sonra 200 liraya yol artı yemek olarak ücreti büyük bir heyecanla gönderdim. Sonunda büyük gün gelmişti. Cuma günü saat 14.00’de Taksim AKM’nin önünde hiç tanımadığım insanların arasında otobüsün gelmesini bekledim.
Ve otobüs gelmişti. Rize’ye kullanmak üzere gerekli olan eşyaları araca “komince” bir yöntem ile 20 dakika gibi kısa bir sürece içinde doldurduk. Hemen sonrasında otobüste ki yerimizi aldık.
Şoförlerimiz Karadenizliydi. Bu durum bölge yollarını tanıması açısından önemliydi.
Başladık tulum ile yolculuğumuza. Bir taraftan tulum ile o melodik parçalar çalarken diğer taraftan da Karadeniz parçaları söyleniyordu. Şoförümüz tempo biraz yavaşladığında: “Tulumciii, çalmaya devam et niye sustun?” Diye sitem ediyordu.
3 Mola sonrasında kendimizi gayet hızlı bir biçimde sabah altıda Rize’nin Ayder ilçesinde bulmuştuk. İlk gelen otobüs bizim otobüsümüzdü. Yine bir komince yöntem ile en fazla 15 dk’da tüm eşyaları indirdik. Diğer otobüsler gelmeden yaylaya çıkılmayacağı için vakit geçirmek için bir çay bahçesi tarzı yerde oturup vakit geçirdik.
Daha sonra saat 8.00 gibi gelen araç Ankara’nın ki olmuştu. Bir saat sonra da İzmir…
Adana aracı akşam saatlerinde gelmesi beklendiği için biraz daha vakit geçirilip yaylaya gitmek için harekete geçildi. Ama tüm bunlardan önce kamp organizasyonu yapanlardan bir tanesi olan (ki kendilerini yardımcı organizatör olarak görüyorlardı.) AKADER’in yönetiminden bir abla Ayder’i gösterip: “Buranın havasına aldanmayın, tüm giysileriniz sırıl sıklam olacak. Yukarıda çok fazla nem var. Ve havası da çok soğuk. Uyku tulumlarınız olmalı. Tabi birde plastik ayakkabılarınız da… “ Deyip, bize uyarıda bulundu. Bu durum bir grup kişiyi korkutmuşa benziyordu. Çünkü yüz ifadelerinden bu okunuyordu.
Tabi bu durumda biraz haklıydı. Karadeniz’in soğuğunu hesap etmeyip Adana’dan, Mersinden, Hatay’dan gelen grup yazlık giysiler getirmişlerdi. Ve sonuç belliydi. Hepsi üşümenin ötesinde resmen dondular…
Valiz ve erzaklarımızı kamyona doldurup önden gönderdik. Biz ise, 5-6 km’lik yılan gibi sürekli kıvrılan bozuk toprak yolu yürüyerek devam ettik.
Şehir hayatında hiç yürümeyenler tek tek belli oluyordu adeta. Malum üflemeler ve püflemelerin sayısı yadsınamayacak kadar çoktu.
1,5 saatlik grup hızıyla gidilen çok yavaş tempo ile sonunda kamp alanına varmıştık. Burayı ilk gördüğümde hayallerimiz yıkılmıştı adeta. Ancak artık yapacak bir şey yoktu.
Çadırlara valizler konuldu. Ancak Adana’nın gelipte çadır altlarını getirmeleri beklendi çadırlara yerleşmek için.
Bu sırada bir grup gönüllü odun toplamak için yola çıkıp bir kamyonet dolusu odun toplayıp dönmüştü bile. Ama bu yetmezdi. Bu yüzden benimde içinde olduğum bir grup odunlar için yola çıktı.
Nehir kenarına baktık. Amacımız nehirlere düşen ağaç dallarını, kütüklerini toplamaktı.Yeterli şekilde toplamadık. Bu sebeple dağın zirvesine doğru çıkmaya başladık. Buradan topladıklarımız nehir kenarındakilerden daha fazlaydı. Ama bunlara rağmen, yeterli şekilde toplayamamış olacağız ki bu odunların tamamı sadece bir gün yetebildi.
Ertesi gün yine odun toplamaya çıkacaktık…
Ogün bir türlü zaman geçmiyordu. Sanırım ortama uyum sağlamaya çalışmaktan oldu bu durum. Ufak bir konser verildi o gün…
İliklerimize kadar üşüdüğümüz o günkü konseri unutamam… Konusu “halkların kardeşliği” olan o konser…
Ancak yol yorgunluğu ağırlığını gösteremeye başlamıştı. Saat 00.00’a gelmeden uyku bastırmıştı.
O gün benim gibi kampa tek gelen Kürt arkadaşım olan Alan ile geziniyorduk. Alan bana çadırların gerçekten çok pis koktuğunu bu yüzden çadır kurmak istediğini söyledi. Gel beraber kalalım diye de teklifte bulundu. Kabul ettim.
Çadırı kurmaya çalışsam da pek beceremediğimi söylemem lazım. Alan ile çadırın içine girdiğimizde resmen çadırın içinde aşağıya doğru kaymaya başladık… tabi bunun sebebi çadırı kurduğumuz alanın aşağıya doğru meyilli olmasıydı. Ama daha sonra bu durumun diğer çadırlarda da olduğunu öğrenmek bizi mutlu etmişti. Malum aksi takdirde kendimizi salak gibi hissedecektik.
Alan 3 gün boyunca üşümekten uyuyamıyordu. Hatta donan ayaklarına havlu sardı. Ama bu da kafi gelmedi. Ta ki sipariş üzerine isteyene gönderilen tuluma kadar. Ama benim durumumda pek iç açıcı değildi. Bir türlü uyuyamıyorduk soğuktan.
Arkadaşlar ısınmak için sürekli olarak horon vuruyorlardı. (Bu horonu tepmek değil de vurmak olduğunu Ayder’de diğer otobüsleri beklerken gördüğümüz pankartta ki “horon tepilmez. Tepmek, çift toynaklı hayvanlara hastır. Horon vurulur” yazısını okuyunca anladık.)
Ama en sonunda bir çare bulduk kendimizce. Sabahlıyor ve sonra yorgunluktan çadırlarda resmen yıkılıyorduk. Hem zaten sabah çadırlar iyi ısınıyordu.
Son gün haricinde 10 gün boyunca toplamda bir saati geçmez güneşi görmemiz. Havada inanılmaz derecede nem vardı. Sürekli olarak sırılsıklam geziyorduk. Bir türlü susamıyorduk. Sobanın başından bir türlü ayırılamıyorduk. Ağustos ayında böyle bir hava bizi çok şaşırtıyordu.
Kampın ilk günü yapılan genel toplantı ile her şehir kendi temsilcisini seçti. O temsilciler de bir tane başkan seçti. Böylece talepleri temsilciye iletip sorunlar çözülmeye çalışılacaktı. Tartışmalar yapıldı. Kararlar alındı. Böylece küçük bir meclis kurulmuş oldu.
Bu kısmın altını özellikle çiziyorum çünkü bu kampın amaçlarından biri “komince” yaşamdı.
Kampta bir bakkal vardı. Bir kitapçı ve birde gazeteci. Kitapçının başında satışı yapan bir kişi vardı. Kitap fiyatları 5 liraydı. Ama hepsi orijinal kitaplardı. Bakkalın başında kimse yoktu. Sadece bir kumbara vardı. Ne almak istiyorsan kumbaranın içine o kadar para atıyordun. Fazla para atıyorsan eğer başkasına bir şey ısmarlıyordun.
Gazetenin başında kimse yoktu. Onda da aynı bakkal gibi kumbara vardı. Parayı içine atıp alıyordun. Sonra işin bitince tutuşturmak için yakıyordun.
Ve birde günlük gazete vardı. Kamptakiler muhabirlere bilgiyi aktarıyor. Sonra ertesi gün kampın gazete köşesine haberler asılıyordu. Kampta birde posa kutusu vardı. Kişilere uyarı niteliğinde mesaj aktarılıyor. İstersen bu mesajlara isim dahi yazılmıyordu.
Kampın ikinci günü nöbetçilerin ve aşçının yapmış olduğu kahvaltı ile karnımızı doyurup odun toplamaya koyulduk. Büyük bir toplama sonucu 4 gün yetecek yakacak bulduk. Bunları kamp alanına taşıdık. Bu işlemlerin hepsi 20 kişilik bir ekiple yapıldı. Yemeklerimizi yiyip “Vatandaş Mustafa” adlı kısa filmi izledik. Bu kısa filmden sonra başrolü oynayan “vatandaş Mustafa,” bize HES’lere karşı ilk olarak 5 kişi ile nasıl örgütlendiklerini anlattı.
Başından geçen bir olayı hepimizi güldürdü: “Rize’de ki ilk HES açılışında gelen başbakan’ın hemşerileri olduğu için ne cevap vereceklerini bilememişler. Bu sebeple bir türlü tepki veremeyen vatandaş Mustafa ve arkadaşları konuşmayı terk etmeye karar vermişler ve arkalarını dönüp giderler. Ancak başbakana en büyük hakareti ettiklerini sonradan anlamışlar.” Bu yüzden bu olayı gülerek anlatıyor Mustafa abi…
Bize mücadele için muhtarlarla ve tanımadığımız kişilerle bağ kurmamız konusunda uyarmadan edemiyor abimiz. Ogün arkadaşlarla sabaha kadar tartıştık. Bu tartışmaların içinde din, siyaset ve gündem vardı. Ama herkes bir birine saygı çerçevesindeydi. Kimse düşüncesi ne olura olsun karşı tarafı incitmemeye çalışıyordu.
Tıp okuyan Hüseyin (ki kendisi kampta doktorumuz olmuştu.) arkadaşımda durup durup:” Yahu bu ortamı çok sevdim.” Diyordu.
Kahveler içildi. Fallar bakıldı. Fallara yapılan yorumlar sayesinde gülmekten karnımıza ağrılar girdi.
Kampın 3.günü küçük yaylaya çıkmak üzere yola koyulduk. Grubun rehberi Apo abiydi. Bölgeyi çok iyi bilen bir çobandı. Bir doğa severdi.
Uzun bir yürüyüş sonrası gruptaki çoğu insanın ah vahları ile küçük yaylaya varış yaptık. Yaylada ki kareler muhteşemdi. Ermeni mimar kalıntıları ahşaptandı. İnekler ve buzağalar her yerdeydi. Teyzeler kendilerinden ağır kara lahanaları taşıyorlardı. Bir grup arkadaşımız köyden yukarı çıkmaya çalıştığında hemen müdahale etti köylüler. Gerekçe ise gayet sertti: “Daha 2 gün önce bir ayı fındık ağaçlarını korumak isteyen bir kişiyi ağır şekilde yer almıştı.”
Gezi dönüşü daha rahattık. Nehirlerin ormanları süslediği o güzel tablo gibi kareler gözümüzü alıyordu. Arkadaşlarımız şarjı biten makinelerinin durumunu düşünüp, kaçırdıkları karelere üzülerek aşağı indiler.
Kamp alanına vardığımızda sabahlamanın etkisi olan uykusuzluk artık baş göstermeye başlamıştı. “Evrim” seminerini dinleyemeden uykuya dalmıştım bile…
Akşama doğru çadırın ortasında ki koca taşa rağmen 4 saat deliksiz uyumuşum. Akşam yemeğimizden sonra bölgenin soyu hakkında bilgi içeren seminer verildi.
Kampın 4. Günü bilgi bazında en önemli gündü. Bu savaşa yıllarını vermiş Eren’in semineri vardı. Eren, tam 8 yılını bu işe ayırmış. Bu sekiz yılın 3 yılını HES’i okumakla, geri kalan 5 yılını ise mücadele ve direnişçilere destek için geçirmiş. Aynı zamanda Karadeniz İsyanda Platformu kurucularından bir tanesi. Direniş bölgelerini adı gibi biliyordu. Bu sebeple tespitleri önemliydi. Ve doğruydu. Bu tespitlerin doğruluğu diğer zamanlarda konuk olan ziyaretçilerin ve direnişçilerin anlattıklarından anlaşılıyordu.
Eren şunları paylaştı:
• HES, öncelikle sözde sudan enerji elde etme projesidir.
• Bu tanımlama tamamen yalandır. Çünkü hidro elektrik santrallerinin hesaplanan toplam enerji oranı gerçekleştirildiğinde dahi toplamda %5 oranında ülkeye elektrik sağlanmaktadır. Ancak sadece kaçak ve alt yapı sorununda kaynaklanan elektrik verimi %22 azdır. Yani bu onarıldığında %22 oran, şu anda %70 olan enerji verimini %92’ye çıkartacaktır.
• Hes için önce taş ocakları ile eliyorlar. Sonra Hes için gerekli olan boruları döşemek için gerekli olan yollar için asfalt dökmek amaçlı ağaçlar kesilir. Yani tıraşlama yöntemi yapılır. Sonra borular için tıraşlama yöntemi yapılır. Sonra fabrika için tıraşlama yöntemi yapılır. Sonra ayrıca fabrika için tıraşlama yöntemi yapılır. Yani doğa katliamı yapılır.
• Fabrikalar tüm suyu kullanmaya çalışırlar. Sözde can suyunu bırakırlar. Ancak can suyu diye bir şey yoktur. Çünkü suyun kendisi candır.
• Enerji için değil, suyun pipetlenmesi için yapılan bir yöntemdir.
• Suyun bölgeden yok olması demek, halkın bölgeyi terk etmesi demektir. Halk bölgeyi terk edince dil ve kültür asilimasyonu olur. Mesela, lazca ve Hemşince dilleri yok olur.
• Artık her hangi bir direnişle karşılaşmayan Hes patronları madenlere saldırmaya başlar. Malum bölge bakır, kömür bakımından büyük yataklar mevcuttur.
• Önceleri bölge korunmak amaçlı halkın başvurusu üzerine milli park ilan edilip kurtuluyordu. Ancak artık çıkan yeni kanun hükmünde kararname ile kamu yararı bahane edilerek bölgeye istenildiği şekilde Hes kuruluyor. Ta ki halk tepki vermeyinceye kadar.
• Taş ile sopa ile bölgesini koruyan halka en iyi örnek fındıklı köyüdür. Bu köy bahsi geçtiği gibi İstanbul, Ankara gibi araç plakaları gördüğü zaman direk taş ve sopa ile araçlara zarar veriyorlar.
• Bölgeye Ayder gibi asfaltın gelmemesi lazım. Yoksa turizm ile kapitalizm kapınızı çalar.
• Suyun ticarileşmesi Coca Cola’ya yarıyor. Çünkü su, içecek sektörü için bulunmaz bir nimet…
Kampın 5.günü 3 arkadaş ile ilçeye indik. Markete uğradık. Burası çok sıcaktı. Üstümüzde ki kalın giysiler bizi bunalttı. Resmen Sorvivor’dan fırlamış gibiydik. Markette arkadaşlar ilk olarak gazete standına saldırdılar Hepsi gündemde neler kaçırdıklarını merak ediyorlardı. Sonra bisküvi reyonuna saldırı ise çok vahşiceydi Malum ne zamandır adam gibi yiyemiyorduk. Orada birkaç alışveriş yapıp bir cafeye yöresel yemek olan muhlama yemeye geçtik karnımızı doyurup sohbete daldık. Arkadaşlarımız üşüttüğü için sağlık ocağına uğradık. Oradan tekrar yaylaya gitmek üzere Ayder’e uğradık. Burada bir hamam keyfi yaptık. Rengimiz açılmıştı resmen. Kızlar daha bir güzel olmuştu sanki. Saat geç olmuştu. Grup önceden kamp alanına geçmişti. Bizler grup dahilinde olmadığımız için geç kalmıştık aslında. Bu yüzden ortada araçta yoktu. Ne yapacağımızı düşünmeye başladık. Çünkü , yayla ile ilçe arası baya bir mesafeydi. Ama daha da önemlisi zifiri karanlıktı. 100 metre filan yürümeden bir araç önümüzde durdu. Biraz konuşunca bizi yaylaya bırakmaya ikna oldu.
Ertesi gün kahvaltılarımızı erkenden yapıp minibüslere doluştuk. Büyük gezi sonunda gelip çatmıştı. İlk olarak büyük şelaleye geçtik.

Devam edecek...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar