21.3.2007 tarihinde yazıp, saat 23:00'te onpunto'da yayına soktuğu ilk yazısından bu yana "yapıp etmek"ten, "olma"ya yol alan "abla", "olma" yolu başındaki "batsın bu Dünya!" duygusundan, "herşey ne güzel, ne muhteşem bu Dünya!" ruh haline, nasıl olup da vardığının izini sürer.
Kendini bildi bileli okuyan, çevresini, ilişkileri gözleyen, deneyen, öğrenen 30'lu yaşlarındaki "abla", tam "evet, hepsi bu, bundan ibaret!" noktasına varmışken, yavaşça sesini yükseltmeye başlayan -sağ duyusu, iç sesi, yüksek benliği, Ben'im Varlığı- Basiret Hanım fısıldar: "Herşey bundan ibaret değil!"
Ramazanlarda oruç tutup Teravih namazı kılan annesini gözleyip, babasının Ruh ve Madde Dergilerini yutan, çocukken bildiği sonradan unuttuğu başka bir gerçeğin/bilginin varlığından öteden beri şüphelenen "abla", eski iki koca, büyümekte olan küçük bir kız, -kendi ayaklarım üzerinde durayım derken tepesine binen- ay sonunu nasıl getiririm? kaygısı, -cinsel- dürtüleri ile -sevmeden sevişmemek türünden- ahlâki değerleri arasındaki sıkışmışlığı... arasında debelenirken, 80'lerin sonlarında bir gün, neresi olduğunu hatırlamadığı bir pencereden dışarı bakarken, kendisini, Dünya'nın sonuyla ilgili bir soruyu yanıtlarken bulur.
İçi acı, öfke ve nefretle, aklı Dünyanın sona erişiyle ilgili kıyamet senaryolarıyla doluyken o, gözleri yaşararak -kendisini bugün bile şaşırtan- bambaşka bir yanıt verir: "Dünya" diye düşünür, "yokedilemeyecek kadar güzel!" Gidişattaki olumsuzluğun, ancak Dünya'nın sona er(diril)ip yaşamın yeniden başla(tıl)masıyla düzelebileceğinden emin olduğu zaman aralığında, neredeyse kendi -kontrolü- dışında, içinden verdiği bu yanıtın ne anlama geldiğini anlaması uzun yıllar alacaktır.
Ego'su Sebastian'ın, her çeşit olasılığı gözü önüne sererek, hesaba kat(tır)arak -böylece kendini, kanını donduracak kadar korkuyla, elini ayağını bağlayacak kadar kaygıyla doldurup- sözümona "tedbir"le donatarak yaşa(yama)maya zorladığı yıllar boyunca giderek artan korku, bağlı olarak öfke yüzünden kendi içine kapandıkça kapanırken, bir yandan, yaklaşmakta olan, kaçıracağını sandığı bir şey yüzünden giderek yükselen, gırtlağına sarılan telâş duygusunun iteklediği "abla", bir çözüm bulabilirim belki diyerek, 2004 yılı kış sonu-bahar başı, iş saatleri dışında Kadıköy'de bir dershanede, bir kaç ay boyunca, bir seminere katılır.
Güleryüzlü, sonsuz hoşgörülü genç bir adamın tahtaya çizerek anlattıkları, içinde yıllardır anlamlandırılmayı bekleyen işaretleri sözcüklere dönüştürürse de, Basiret Hanım'ın fısıltısı, sahte peygamberlerden, tarikatlardan, kandırılan insanlardan dem vuran Sebastian'ın "aman haaaa!"larını bastıracak güçte değildir henüz...
Her biri bir yarasını sağaltmaya gelen -çoğunluğu kadın- grupta "abla", yeni duyduklarını sindirmeye çalışırken ufak tefek uygulamalar da yapar: Sinemaya koşarken saatine bakmaksızın "tam zamanında yerimde oturuyor olacağım" diyerek zamanı esnetir, bankaya giderken "hiç sıra beklemeyeceğim" der, tuhaftır, gerçekten beklemez, hayatı, olayları olduğu gibi kabullenmeye başlar, dirençten kaynaklanan zahmetten kurtulur, güvende olduğunu düşündükçe korkularından sıyrılır, kötü-iyi gibi zıtlıkları barındıran kavramların anlamaya, öğrenmeye yardımcı olduğunu keşfeder, "kötü yoksa..." der, suçluluk duygusunu -elbette tümden değil- geride bırakır. Bir zamanlar çok tekrarlandığı için dayatma etkisi yaratıp sinirine dokunan "olumlu düşünme", ibreyi yeşilde tutma hedefini, öfkenin korkunun iyice daralttığı çok değerli "karar anları"nda ıskalamamaya çalışır. Birşeye öfkelendiğinde, -eskiden yaptığı gibi- onu öfkelendirene değil, kendine yönelir ve sorar "beni asıl kızdıran ne?", herkese olduğu kadar kendine de hoşgörülü yaklaşmaya, affedici olmaya çalışır, becerebilir mi, pek değil...
Bayıla bayıla, önüne gelene anlattığı kara maymunlar hikâyesinin, (adamın biri ille de altın yapmak ister, arar sorar Hintli bir bilgeye ulaşır, adam şunu, şunu bir de bunu uzun uzun kaynatacaksın der, beriki çok kolaymış, neden herkes yapamıyor? diye sorunca bilge, bir püf noktası var, diye yanıtlar, karıştırırken kara maymunları hiç aklına getirmeyeceksin!) "olumsuz(luğ)a hiç yatırım yapmama" prensibine dayalı, her fırsatta uygulanması gereken zarif anafikri, "abla"ya kalırsa bir başka bilinç düzeyinin habercisidir.
"Ego(Sebastian)larımızın bizi, kara maymunları düşünmeye yönlendirdiği anlarda, zümrüt yeşili ormanda ağaçlar arasında, mercan renkli dallarda oradan buraya atlayıp sıçrayan pembe, eflatun, yavruağzı, sarı, camgöbeği, su yeşili maymunlar hayâl edin, -işin olmaması olasılığı çevresinde dolanmayıp, bitmiş halini imgeleyin- tadını çıkarın" diyerek akıl verir, henüz bunda çok başarılı olmasa da...
İşler planladığı gibi gitmediğinde paniğe kapılmaz, planlamaktan becerebildiğince uzak durur. Yapıp ettiklerini yazıyor görünse de "abla" gözden kaçırmaz; "olma" ölçüsü sayabileceği, -mesela- kendisini değersiz, yetersiz, kayıp hissettiren duyguların yıkıcılığı eskisi kadar acıtmaz; kapanmış eski bir yara yerine baktığında olduğu gibi hafif bir sızı hatırası gelir geçer, hepsi o!
Böylece, bir zamanlar önyargıları, korkuları yüzünden duymaya dayanamadığı konularla ilgili olarak kendisine bir şans tanımanın onu taşıdığı noktada, çok daha sakin, neredeyse korkusuz, yargısız, daha huzurlu yaşamakta olmanın tadını çıkarır; "ben yapabiliyorsam" diye düşünür, "-bilinç düzeyi, bu yazıyı tepki duymaksızın okumasına izin veren- herkes yapabilir..."
5 Yorumlar
Gönlünüze sağlık.
Sevgiler.