Banner

PARMAK KALDIRDIM TANRILARA, SÖZ HAKKI TANINMADI...

"Biz Ortaçağ’da yaşamalıydık!" diye haykırdı.[Evet evet, belki o zaman “cadı” diye yakarlardı seni. Kurtulurdum senden! Sünnetli olduğunu söylerdim herkese, engizisyonlarda sürüm sürüm sürünürdün. Ben anneme dedim ama dedim olmaz böyle bu zamanda, bu zamanda olmaz böyle; dedim. Dinletemedim…]

"Bağırma" dedi, "bağırma insanlar bize bakıyor."

[O an zihninde bütün insanlara nanik yaptı. Gülemedi. Neye bakıyor bu insanlar, işleri güçleri, ehlileştirilmesi gereken akrabaları, töre cinayetleri, koca dayakları, ilikli düğmeleri, gruplar halinde yaşadıkları kapsül benzeri evleri, yaltaklanılması gereken üstleri, azarlanması gereken asları yok mu bu insanların?!?! Tek dertleri ben miyim yani, hayatlarındaki tek amaçları benim “umuma açık yer”de bağırmamamı sağlamak mı? Ah hayır hayır delirmemeliyim. Evet evet, delirmeliyim. Çantamı alıp gitsem... O da kalsa, insanlarla kalsa; zaten onlar gibi. Anlamadı, anlayamadı beni… Bizim sokağın başında dilenen kör adam, bakkal Celal, kitapçı da anlayamadı… Alkol ihtiyacımı, alkol aldığım tekelci bile anlayamadı. Ya da ben yanlış biliyorum her şeyi. Tanrım, Tanrım; hadi gel bir delilik tarikatı kuralım seninle, adını verdiğimde en mantık abidesi insanlar bile inanırdı bana, sana; herkes deli olmaya çalışırdı, delilik prim yapardı Tanrım. Ben o primlerle sigortamı öder, ömrümün sonuna dek mutlu mesut yaşardım beni anlayan tek yaratıklar olan hamamböceklerimle… Yakandan düşerdim Tanrım, gel inat etme; kuralım şu tarikatı. Madara olsun herkes. Zaten şık takım elbiseleri, ütüsü hiç geçmeyen tertemiz, ıslanmaz-paslanmaz-buruşmaz-leke tutmaz mucizevi gömlekleriyle pek bir komik hepsi. Hayır mı? “Şer!”]

Yüzüne baktı. Ne kadar da insandı. Tertemiz bakımlı elleriyle, pırıl pırıl parlayan kravat iğnesiyle, bakışlarıyla ne kadar insandı… Fazla insan olduğunu söyleseydi hindi gibi kabarırdı karşındaki. İnsanlara baktı… Çift kişilik tiyatro oyunundan sıkılmış bir şekilde, hepsi kendi halindeydi. Hafif şişman, hafif kel, [hafif zengin, hafif fakir, yükte ağır pahada hafif, yerinde ağır, çöplüğünde horoz, öten, sabah, vakit, uyku, ölüm… Tamam kestik!] ortalama bir adamın dişindeki maydanoz dikkatini çekti. Eline bir tuvalet fırçası alıp adamın dişlerini fırçalamak gibi çılgınca bir hayali olduysa da her hayali gibi o da kendini gerçekliğin şefkatli (!) kollarına bıraktı.

Son bir kez daha baktı çevresine. Adamın dişindeki maydanoz gitmişti. Ama karşında oturan adam hala bir yere bir yere gitmemişti. Hala pek insandı. Sinirli gözlerle bakıyordu, cevap bekliyordu. [Cevap falan vermeyecekti. Yanıtsız kalmanın ne olduğunu görmeliydi. Her şeye bir açıklama bulup aldığı hazla sırıtırkenki gülümsemesiyle, kravatıyla, iğnesiyle, sinirle parıldayan gözleriyle öylece kalakalmalıydı…]

Kalktı, çantasını aldı. Hiçbir açıklama yapmadan, çevredeki meraklı kitlenin “soru dolu” [ sadece soru anlamı ve merakı bünyelerine alınca dolardı bu bakışlar, onun dışında tek özellikleri boş olmalarıydı..] bakışlarına cevap vermeden [o nasıl olacaksa…] kapıya doğru ilerledi.. Adam, öylece duruyordu masanın başında bütün “insan”lığıyla.. “Bu poz güzel hep böyle kal” diye geçirdi içinden… Çıktı bir taksi çevirdi. Binmedi. Yürümeliyim, iyi gelir dedi. Taksiciden küfür yediğini hissetti. Umrunda değildi. Üzerinden kalkan yükü taksicinin üstüne atıp “bir tüy hafifliği”nde ilerledi…

Yorum Gönder

2 Yorumlar

m o m o dedi ki…
Tamtamına saçmalamış sayıp kendini, tamtamına '' tastamam '' bir yazı yazmışsın................
Azam Eli dedi ki…
Teşekkür ederim. Beğendiysen ne mutlu bana...