Etrafında döndükçe uzun kızıl
saçları da onunla birlikte dans ediyordu. Sol elimle sağ kolumu
okşayıp durduğum yerde ona bakarak ritim tutuyordum.Her şey çok
güzeldi.
“Her
şey çok güzeldi.” Bu cümle benim için o günden sonra yalnızca
ağzımdan boşluğa savrulan ve hemen unutulan sıradan bir andan
ibaret olarak kalacaktı. Çünkü
izin vermediler, anlıyor musun? Mutlu olmamıza izin vermediler;
ezdiler, çiğnediler, üzerimizden geçtiler, yataklarından
geçirdiler. Kendilerini tatmin ettiler sonra bedenlerimizi böldüler.
Böğrümüzü deldiler. Canavarın biri Mehtap'ın kalbine dayayıp
tetiği yüzündeki gülümseyişi çaldı mesela. Mesela, Ali'nin
karşılaşma umuduyla yanıp tutuştuğu ilk aşkını aldı
elinden. Elde ne var Mihriban? Koskoca bir hiç...
Kuşları düşünmeyen, bizleri düşünür mü hiç? Yerde
dizlerinin üzerine çömelen Hande'nin siyah saçlarını umursar
mı? Ya da bir kıvılcımla yanışını...
Haksız yere hapse atılmış Diren'i kim duyar? Ölüm orucuna bir
umut katığı kim koyar siniye?
O gün, “onurum için”diye düşmüştüm yollara.
Ellerinden tutup bırakmadığım sevgilimi göğsüme basa basa
gelmiştim meydana. Üzerimde üzeri leke olmasın diye uğraştığım;
yıkarken asla koyu renklerle bir araya getirmediğim beyaz tişörtüm
vardı. On binlerle yürümeye başladım. Çocukluğunun
penceresinden baktığında yapayalnızlığına içerleyen ben,belki
de ilk defa bu kadar kalabalık olduğumu hissettim.”Dans etmek
de mi suç?”diye bağıran kadının sesine doğru yönelmemle
başladı o büyük kavga. Sivil halkla, polis birbirine girdi.
Oradaki sivil halk biz oluyorduk; bazıları tarafından asla halktan
sayılmayan biz. Hayatı bile kabul görmeyen biz...
Ters
kelepçe niçin acımasızdır bilinmez,ama o gün Sabahattin Ali'yi
ardımda bıraktığıma emindim.Katillerini ararken bana doğru
sesleniyordu: “Neden
hâlâ
yaşıyorum?” diye...
O kalabalığın içinde ben de onun gibi cesedimi taşıyacak olan
zanlıyı aramaya başlıyordum. Öyle çok yanıyordu ki gözlerim,
yine de sevgilime doğru bakmaya çalışıyordum; kollarını
incitmekten korktuğumu derdest edip, o soğuk kelepçeyi bileklerine
takmaya çalışıyorlardı.
“Bayrağım,”diyordu bir çocuk; on yedi bilemedin on
sekiz yaşlarında...
Gökkuşağını yerlerde sürükleyen o toplumun arasından
geçiyorduk.
“Kursağımızda bir hayat bıraktılar,” evet o koca
meydanda dağılmışken yerlere,burnumdan akan kanı elimin tersiyle
silerken bunu mırıldanıyordum. Dostum eğilmiş yere, yırtılan
pankartları toplamaya çalışıyordu. “Aşk örgütlenmektir,”
diyerek...
Bizi ayrıştıran salt düşüncelere inat yemin ederim, “aşk
aynı zamanda özgürleşmekti.”
En çok da seninle özgürleşmek...
Bir seher vakti mesela saçlarına yapışan kar tanelerini
yalayarak, sonbaharda kırılan tırnaklarına nazar boncuğu
resimleri çizerek,onurumu bölüşerek haziran aylarında. Hep bir
ağızdan söylenen devrimci şarkılara eşlik ederek ve yorganın
altına saklanarak; ön sevişme anlarının yüzümüze vuran
utangaçlığıyla.
***
Bir anda Züleyha,bir anda her yer toz duman...
“En
azından sen ölmedin,” diyorum.
Görecek günlerin varmış. O bomba bir çocuğun üzerinde
patlamadan önce polis otomobili alıp götürmüş seni ya da orada
kalmışsın kim bilir? O anda, bir hikâye
daha
yazılsa sanki her şey düzelecek sanmışım. Yani o toz bulutu
kalkacak aradan ve sükûtumun
manasına yeni bir gelecek inşa edilecek,diye düşünmüşüm. Düş
işte!
Kabusun ortasında bir düş görmüşüm.
Bacağı
ve kolu olmayan gövdesi bir başka yere savrulmuş insanlarla dolu
ortalık. Hissetmiyorum yüzük parmağımın boşluğunu. Yüzü is
içinde kalmış bir transseksüel kadın kendini yerde sürükleyerek,
arkadaşımızın ölü bedenini gökkuşağı bayrağıyla örtmeye
çalışıyor. Kalıyorum olduğum yerde, kalkamıyorum.Kaşımdan
dudağımın kenarına kadar süzülen sıvının kan olduğunu
söyleyen adamın sağlıkçı kostümüyle karşımda dikilişi hiç
ilgimi çekmiyor sonra sıyrılıp o adamın kollarından paramparça
olmuş giysilerimle gaz bombası ve yanık kokusu arasından
geçiyorum. Hepsi
arkadaşım,hepsi...
Bağrışma sesleri geliyor ortalıktan. Ben acıya hiç bu kadar
yakın olmamıştım, Züleyha ve hiç bu kadar eksilmemiştim
kendimden. Her yerde ambulans sesi...
Üzerinde,
“bedenime dokunma!” yazısı bulunan pankartı elinden bırakmayan
bir yaralıyı sedyeye yatırıyorlar;gözleri kan
çanağı.”Hewal,”diyorum.
“Korkma
ölmeyeceksin!”
Çektiği
acıya meydan okurcasına yüzüme bakıp gülümsüyor;onuru
için...
Ne güzel şey nefretin karşısında nefret edene boyun eğmemek...
Ne güzel şey Züleyha!
Ah!
Ben seni küle
dönerken gördüm.”Onurum için” diyordun. Kime sorsak yanarak
ya da boğularak ölmekten korktuğunu söylüyordu.Caddenin
ortasında devriliyordu simitçinin sermayesi,bir çocuk elini
tutmaya meyilli oracıkta öylece duruyordu. Bir hayal gibi
geçiyordun önümden, gözümün ferine inat!
Kaç tane onur yürüyüşü geçti aramızdan, sadece o katliamdan
geriye kalanlarla değil, topluluğa sonradan katılanlarla da
birlikte yürüdük ve siyah giyen adamlardan korkmadık hiç.
Serpil, yine en ön sırada dans etti. Yine sokak aralarına doğru
koştuk;yüzümüzde gaz maskeleriyle. Yine bileklerimizde ters
kelepçe izleri...