Banner

Kiraz Mevsimi





“Tek bir şartla veririm onu sana,” dedi. “Beni öpersen o senin olur ve asla geri istemem.”

O akşamüzeri şimdi dün gibi aklımda...
Ben yirmiyim, o altmış...
Sayıları bir tek cebirde umursadığım zamanlar...
Dudağıma yaklaştı, ılık nefesini hissettim. Elbette ki her şey guguklu saatin hatırına değildi, ancak o gün ikimiz de “Öyleymiş” yalanına yattık. Öyle güzel öpmeye başladı ki beni, bir an dilimi koparacak zannettim. Anımsadıkça hâlâ gülümsemekteyim. Depoya indiğimizin farkında bile olmadan üzerimizi çıkardık, kalp atışlarımla dükkânın içinde kendini belli eden saatlerin sesleri birbirine karıştı. Alnımdan akan ter onun göğsüne düşmekteydi. Kiraz mevsimiydi.

Her işi zamanında yapmalısın, diyen halamın evinde her şeye geç kaldığım o çağdaydım, muziplik çağında...
Askısı kopmasın diye uğraştığım o ağır çantamı taşımaya çalışırken, uzun yokuşun sağ tarafındaki en son dükkânın sahibi olan saatçi Akın'da almıştım soluğu, ne soluktu ama...
-Daha sonradan Akın anlatacaktı bana, bu emsalsiz duygunun ne zaman alevlendiğini. Ve ben platonik aşka olumlu yanıt veren, o âşık olacaktım-
Akın, yüzüme şaşkın şaşkın bakarken koca camekândan dışarıyı görmüyormuş gibi, “Yağmur mu yağıyor?” sorusunu sorup sonra da utançtan dudaklarını kemirmeye başlayacaktı.


***

Oturmaz mısın?” dedi. O bunu söyler söylemez omzumda asılı duran sırt çantam, kopan askısıyla birlikte yere düştü. Heyecanlanmıştım sanırım garip bir mutluluk kaplamıştı içimi. Islandığımı söyledim. Hemen kalkıp oturduğu yerden yanıma geldi. Beni ilk kez o gün gördüğünü zannettiğim adam, alnıma düşen saçlarımı büyük bir şefkatle düzeltiyordu ve bu bana inanılmaz haz veriyordu. Evliydi, bunu sol elindeki yüzük parmağına hiç yakışmayan o alyansı gördüğümde anlamıştım. Bin türlü düşünce geçti aklımdan, belki de hiç çocuğu olmamıştı ve beni evlat edinmeyi düşünüyordu. Muhtemelen bugünkü yağmurdan ve bir sıçan gibi ıslanan bu çocuktan eşine de bahsedecekti. Hepsi buydu. Daha fazlasını beklemek ahmaklıktı. Mavi gözlerinin baş döndürücü tonundan, sesinin davetkâr renginden ve tüm bunların bende bıraktığı çarpıcı etkiden haberi olmayacaktı.
O gün de dün gibi akıp gitti. Saatlerce saçıma dokunmadım o hangi yana doğru düzelttiyse öyle dursun istedim, sonra ister istemez bozuldu zaten.


***

Akın, aklıma düşmüştü bir kere. Hep bir bahaneyle neredeyse her gün okul dönüşü uğradım yanına. Uzun uzun sohbet ettik. Çayın eşliğinde çok severmiş çifte kavrulmuş bisküvi yemeyi, biz de en çok onun için yedik.
Kapı önünde çekirdek çitlediğimiz bile oldu, ama her ayrılışımız bir başka güne kadar devam eden sevimsiz bir süre üzerineydi. Aylarca sürdü arkadaşlığımız; ilk önce baba-oğul ilişkisi gibi, ne zaman kız arkadaşımdan ayrılsam ona koştum mesela. Ne zaman kovulduysam evden onun yanında aldım soluğu...
Yani kısacası ne zaman dara düşse başım omzuna yaslandım.

Kiraz mevsimiydi. Karısıyla tartışmış; aldı beni meyhaneye götürdü. “Oğlum, yine birbirimize girdik Canan'la. Bu kez de ilgisizlikten yakındı,” deyip vurdu kadehi masaya. Fesatlık olsun diye değil, ancak o an yalnızca gülmek geldi içimden. Tabii gülmedim. “Bu da geçer ağabey,” demekle yetindim sadece. Aldı başımı kolunun arasına, çekti beni kendisine ve yanağımdan öptü. “Dudağına yapışsam kızar mı acaba?” diye geçirdim içimden.

Mevsim kiraza dönerken, Akın'ın kucağına oturup saatleri tamir edişindeki ustalığı izliyordum. O sırada guguklu saat ilişti gözüme arsızca “Onu bana versene,” deyiverdim. Bu bir emir cümlesiydi ki Akın hoşlanırdı böyle şeylerden. Bunu anlamam uzun sürmemişti.
Tek bir şartla veririm onu sana, dedi.” Beni öpersen o senin olur ve asla geri istemem.”
O akşamüzeri şimdi dün gibi aklımda...
Sevişirken çıkardığım seslerin dükkânın kalın duvarından sokağa yayılmadığına emin olarak odama girdim ve yatağıma kapandım. Akın'la beraber olmuştum ve saati çalışma masamın üzerine koymuştum. Gülümsüyordum. Bir yıl boyunca okul çıkışı dükkâna uğramaya ve Akın'la sevişmeye devam ettim.

Bu hayat içime işleye işleye öğretti aslında insana duyulan inancın da zamanla yitip gidebileceğini ve aile bağlarına duyduğu güveni yıllar önce kaybetmiş biri olarak Akın için ne kadar önemli olup, ne kadar önemsiz olabileceğimi...
Ele avuca sığmadığım günlerin çabucak geçtiği bir yıldı. Ben onun bana âşık olduğunu zannetmişti. Beni aylarca uzaktan takip etmiş ve istemiş birinin, duygularından emin olabileceğini düşünmüştüm.


Çoğu pazar günü yaptığı gibi karısıyla yürüyüşe giderdi ve ben odamın camından onlara baka kalırdım; işte böyle geçti zaman.

Daha az görüşmeye başladığımızı hatırlıyorum. Eşinin Ayvalık sevdasını ve benim gittikçe tükenen hayallerimi. “Duyan olursa mahvoluruz,” naralarını Akın’ın ve benim pürtelaş halamdan gizli ağlamalarımı…
Zamanla geçti zaten açık kalan her yara gibi kanadı sadece. Sonra toparlandım. Sırt çantam değişmedi, guguklu saat hiçbir sabah teklemedi. Hiç vazgeçmedi beni uyandırmaktan. Ona karşı hissettiğim neydi, bilmiyorum. Mutlaka bir adı olmalı mıydı, kararsızım.
O bu şehri bırakıp gittikten sonra hissettiğim şey mavi kareli bir gömleğin yanlış iliklenen düğmeleri, siyah bir pantolonun yerde bıraktığı terk edilmişlik hissiydi. Aslında o hayatımdayken kelimeleri doğru yazma gayreti ömrümüzden milyonlarca kompozisyon çaldı.
Kısaca söylemem gerekirse sessizce sustuklarımı: İlk önce elleri değdi cinsiyetten bağımsız yerlerime sonra kiraz mevsimiydi, öpüşlerimiz. Bir bayram geldi sokağın başına elinde elma şekeri en sevdiğimden, kepengi inmiş dükkânına baktı, dudağıma yaklaştırıp dudağını “Guguklu saat,” dedi. “Bil ki o bozulduğunda gelişim ihtimal olmaktan çıkar; yokluğa karışır,” diye ekledi.
Ve bir başka yılın kiraza küs mevsimiydi. Saat sustu. Sessizliğe karıştı.