"Babam
yangın yeriydi. Evlatlarıyla aynı bahçede eski haliyle kalmak için
sonuçsuz bir beklentinin içine giren ve buna cesaret eden ,yüreği
muhakkak hakiki bir devdi."
Yirmi yıllık dostuma rezil ettin beni diyerek anneme takılıyordun; çorbanın tuzu eksikmiş...
Aradan
birkaç saat geçtiğinde sarıp sarmalıyordun o belin zarif kıvrımlarını.
Nihal diyordun da başka bir şey demiyordun; annem de durur mu,hemen
affediyordu sevdiceğini. O adam televizyona çıkıp Ulusa sesleniş yapana
kadar biz çok güzel bir aileydik.Eylül'dü ve bakkal Şakir yine bir
bahaneyle iki saat önceden indiriyordu kepenkleri. Sen, ömrümün en büyük
kaybıydın.Eylül'dü, seni toprağın altına gömen seksendi bir yıla
cehennemi nakşeden.
Mesleğinin
gereğini yerine getirmek değildi bu biliyorum; çocukların yüreğinde
unutulmaz bir kahraman olmak isteyişinin açık seçik anılarıma
kazınmasıydı,seni hatırlamak...
Bir
şey bırakmak istemiştin ne bileyim: hiç giyemediğin gömleğini veya
lavabonun üstünde duran rafın üzerine konulmuş tıraş fırçanı...
Oysa
sen başlı başına darbe yıllarının solcu ruhuydun ve öğrencilerinin
kitapları yakılırken "Ah! Keşke ben yansaydım," diyen yaralı yanımdın.
O
son takvim yaprağına hiç dokunmayışının anlamı olmalıydı; Eylül'ün on
biri, yıl seksen, tokat gibi bir günün önceki sabahı, yine cezvede
soğumuş sütün yanmış dibini koklarken ve okula yetişmek için telaşlıyken
üstelik; topallayan bacağını tutarak, "bu ülke bin dokuz yüz yetmiş
dokuzdan beri silahı oyuncak belledi" deyip kapamıştın televizyonu.
Radyoyu susturmuştun.
Sonra
hiç konuşmadık,baba. Konuşmaya fırsatımız olmadı. O akşam mandalina
kabuklarını sobanın üzerinde kızartıp sonbaharı müjdeleyen kokuyu
solurken gülüşünü gördüğüm son akşamdı.
***
On
iki Eylül cuma sabahı, tankları ilk kez yakından görmemle başlayan ve
bin dokuz yüz seksen dört yılına kadar uzayan zamana verilen isimdi
benim için.Darbeden birkaç gün sonra kapımızı yumruklayan ellerin
çıkardığı o ürkütücü sesle uyanmıştık. Kardeşimin korkup koltuğun
arkasına saklandığı an halen hatırımda. Siz vahşeti nasıl tanımlarsınız
bilmiyorum; ancak dev solcu kabul edilerek evinin eşiğinden sürüklenerek
çıkarılan babamın yaşadığı acıydı, vahşet.Ayağa kalk diyerek
tekmelenirken topallayan sol bacağına yediği darbelere aldırış etmeden
yüzünde beliren tebessüme koyduğum isim ise umuttu. Siz bilmezsiniz;
sevdiği şarkıyı, okuduğu kitabı bile yaktılar, öğretim üyeliğini elinden
aldılar, işkencenin en karasını yaşattılar babama.
" Oysa babam kışın en çok sobada kızarmış kestaneleri severdi;
dibi tutmuş sütü cezveden içerdi. Vakur duruşunu hiçbir ekmek kavgasında bozmazdı.
Zalime boyun eğmez,acize ihanet etmezdi.Sokakta karakola sürüklenirken bile bana cesaretin
yıkılmaz bir duvar olduğunu öğretti.Kaç yaşımda olursam olayım ondan öğreneceğim çok şey vardı; izin vermediler."
***
Aylarca
göremedik onu. Zayıfladığını tahmin ettik sadece. Tencerede aş pişmedi,
katık getirilmedi masaya. "Bir insanı kaç kişi özler?"diye sormuştu
babam, dedemi kendi elleriyle toprağa verirken. Kimse cevap verememişti
bu soruya. O kadar zor muydu sahiden birini özlemeye duyulan inancın
sağlamlığı? diye düşünmüştüm o zamanlar.
"Gideceğini biliyordu" demişti, annem. "Babasına çok düşkündü."
Askeri
yönetim hayatımızı bunalıma sürüklüyordu. Halktan itaat bekliyordu
sırtımıza vura vura özgürlüğümüzü ve babamı bizden çalanlar. Cahil
kalmamızı sağlamak için neredeyse her şeyimizi elimizden alıyorlardı.
Önüne geleni hapse tıkıp herkese bir tutuklama gerekçesi sunuyorlardı.
Bir keresinde babaannem yaşlı bedeniyle dayanmıştı hapishanenin o demir
kapısına. Oracıkta, oğlunu bir kez görebilmek için yalvarmıştı.
Göstermediler. Ölürken bile "Nazım" demişti de başka bir şey dememişti pamuk kadın.
Siyasi
cinayetlerin ardından yapılan bu darbeyle yitirdiklerimizin yokluğuna
alışmamızı istiyorlardı. Onların gözünde gazeteciler, siyasetçiler,
öğretmenler, yazarlar, çizerler neredeyse düşünen her canlı suçlu kabul
ediliyordu. Yaşanan olayların yanı sıra, tüm bu yok oluşu olumlu bir
girişim olarak gören insanların varlığı midemi bulandırıyordu ancak
onlar da kaybetmeye başladıklarında anlayacaktı başlarındaki hükümdarın
çürümüş bir yürek taşıdığını.
Aralık ayı, yıl 1980
Babam,
örgüt üyesi olduğu gerekçesiyle tutuklanan doksan sekiz bin dört yüz
dört kişinin arasındaydı. Üç ay zulüm gördü. Bu ülkeye hizmet etmiş ve
kodese atılmış yüz yirmi öğretim üyesinden biriydi. Çocukluğumdu.
Annemin sevgilisiydi. Boydan çizgili pijamasıyla evin içinde bana pazar
sabahlarını sevdirendi. Masamızın hoş sohbetiydi. Karıncanın duasıydı,
babam.
13 Aralık'ta çok sevdiği Erdal Eren'i o genç fidanı, idam ettikleri gün "doğal ölüm"
diye geçti kayıtlara babamın ölümü.Oysa o, şüpheli cinayetlerden
birinin kurbanı olmuştu. Kolaydı zayıf görünen bir kadının karşısına
geçip ona eşinin uyurken hayata gözlerini yumduğunu söylemek.
Öyle ki annem babamı gördüğünde sarılıp öpmüştü ve zor ayrılmıştı sevdiğinden.
"Halen iki yüz doksan dokuz kişinin arasında nefessiz yatıyor, babam.
Çocukluğumun katledildiği o günü ruhumun ihtiyarlığı bile silemez demiştim,silemedi."