“Benim güzel Açelyam, biricik kızım, yeni evimizin koridoru o kadar uzun ki artık annenin içimi parçalayan yakarışları oturma odamıza ulaşmıyor. Sakinleştiği zamanlarda fotoğraflarına bakıp gülümsediğini fark ediyorum. Zaten bir tek o zamanlar tebessüm ediyor. Delirdiğini biliyorum; sıklıkla seninle konuşuyor, gittiğini kabullenemiyor ve bunu başaramayacağını düşünmek bana acı veriyor. Uzun süredir çeviri yapmıyorum çünkü artık geleceği için ömrümü adayabileceğim bir evladım yok. Bir gidişin ardından sarsılmadıysanız yokluğun ardından var olan bu kasveti anlayamazsınız.”
1953 yılında ABD'de sevdiğim kadınla dünya evine girdim ve evlendikten aylar sonra kaldığımız motelden ayrılıp Alabama eyaletinin Montgomery şehrine yerleştik. Parkta, tramvayda, otobüste vesaire gördüğümüz her çocuğa sempati duymaktan vazgeçtiğimiz bir günün sabahı, siyahi meleğim yanıma yaklaşıp hamile olduğunu söyledi.
Jim Crow yasalarının beyazı siyaha rakip görmesiyle devam eden günlerde karımın doğum sancısı çektiğine tanık oldum. 1955 yılıydı; kilisede bile siyahilerin beyazlarla aynı topluluğun içinde durması yasaktı ancak onca yasağın içinde biz, iki ayrı ten renklerimizle iki yıllık evliliğimizi büyük bir aşk ve bağlılıkla ayakta tutuyorduk.
Alora, sevgili eşim, yedi saatlik sancının sonunda bebeğimizi dünyaya getirmeyi başardığında onun bir oğlan çocuğu olduğunu düşünüyorduk. O zamanlar cinsiyetin, cinsel organa bağlı olduğuna dair saçma bir inancımız vardı.
***
1960 yılının Aralık ayında yaşantımızı tamamıyla değiştirecek olan o kararı alarak, Türkiye'ye yerleştik. Beş yaşındaki çocuğumuz yüze kadar saymayı öğrenirken, günler hızla geçiyordu. Resimlere yeni renkler ekleyip şehir şehir geziyorduk. Siyahi bir anneyle melez çocuğunu görenler sanki ilk kez insanla karşılaşmış gibi gözlerini üzerimizden ayıramıyordu. Bu ülkenin kendini beğenmiş haline rağmen Amerika'dan kurtulduğumuza seviniyorduk. Son durağımız koca şehir İstanbul’du. Ziyan olduğumuz yer İstanbul...
Yaşamaya çalıştığım sürece nefret edeceğim o semte taşındığımızda şiirim buna çok sevinmişti. Sokakta oynayan çocukları gördükçe giriş kattaki evimizin pencere kenarına oturup onları izliyordu. Onu hiçbir şeye zorlamıyorduk, “sen erkek çocuğusun, git top oyna veyahut şöyle davran; böyle daha iyi...” demiyorduk çünkü şiirin de bir birey olduğunun farkındaydık. Şiir, benim onu çağırış şeklimdi ve bir gün çıktı dışarı. Okula başladı; heyecanlandık. Suskunluğunu alıp götüren çevresi, bize anlatacağı dostlukları ve uzun bir hikâyesi olacaktı.
Öyle zannettik.
Saçlarımı kestirmek istemiyorum dediğinde, ilkokul dördüncü sınıftaydı. Öğretmeni beni bu nedenden dolayı okula çağırdığında beşinci sınıfa daha yeni geçmişti. Pantolonlarını güzel bacaklarına yakıştırdığında, bizden gizli bluz aldığında ve rujlarını dolap arkalarına sakladığında orta ikinci sınıftaydı. Şiir değişiyordu, şiirim başka bir dünya oluyordu ancak hiçbir şey söylemiyordu. İşten eve döndüğüm akşam saatlerinden birinde onu kapının önünde oje sürerken gördüm; aylarca sakladığı sırlarını gözler önüne seriyor gibiydi. Pencerede insanları gördüm mahallelinin ona nasıl baktığına şahit oldum. Çocuğuma değil, o kendini bilmez kişilere doğru bağırdım:
“Neye bakıyorsunuz?”
Tırnaklarındaki kırmızı boyalarla yedi akşam yemeğini. Parası olmadığı için pazardan aşırdığı pembe pijamasıyla uyudu. On iki yaşındaydı.
Çocuğumuzun bir ucube olduğunu düşünen insanlar gece vakti evimizi bastığında yıl 1970'ti. Şikâyetimize burun kıvıran polis bizi suçlu bulduğunda yetmiş senesinin Mart ayı idi. Her şey dün gibi aklımda...
“Bana Açelyam der misin?” diyerek yanıma oturup gözlerimin içine derin bir hüzünle baktığında on yedi idi. Yaşadığımız semti değiştirmiştik. Alora ile gitmediğimiz psikologların adreslerini araştırdığımızdan ve o deri koltuklara çekinerek oturduğumuzdan onun hiç haberi olmadı. Fark ettiğimiz bir şey vardı çünkü kızım Açelya süslendiğinde ve saçını topuz yaptığında, topuklu ayakkabısının sesini duyduğunda mutlu oluyordu.
Kızım Açelya!
Ona ismiyle ilk kez bir pazar sabahı seslendim. ”Ne çok hüznümün üzerini örtüyor bu isim bilemezsin” diyerek baktı yüzüme ve ilk kez o gün baba kız olarak sarıldık birbirimize...
Yaşadığımız yerdeki insanların şikâyeti üzerine yüz çevirmelere karşın biz de çevirip sırtımızı gidecektik bu soysuz yerden sonra anladık ki hiçbir ülke yetmiyormuş önyargıları devirmeye.
Yeni bir semtin göçebesi olmuştuk artık. Terasında kuş yuvası olan ve güvercinleri kızıma âşık yaşayan, o eve taşındık.
Son durağımız orasıymış bilemedik.
Kapımızı çalan komşulardan işittiğimiz tek şey kızımdan rahatsız olduklarıydı ne idiği belirsiz diyerek onu aşağılıyorlardı; duvar gibi duruyordum karşılarında kapımdan kovmadığım çok az insan vardı. Açelya, Alora'nın sütyenlerini takmaya başladığında on sekizine basmasına üç gün kalmıştı. Yanımıza gelip gitmeye karar verdiğini söyledi, nefes alamadım. Bunu yapmasının bizi çok üzeceğini biliyordu “sizi benim yüzümden incitmelerine izin veremem,” diyordu. Kelimeleri ağzından dökerken ağlıyordu. Kızımı hiç bırakmadım, ona daha sıkı bağlandım. Biz ne olursa olsun tüm bu şerefsiz düzene karşı çocuğumuzu koruyacaktık. Güzel bir hayatı olacaktı.
Güzel bir hayatı...
Üniversite dönüşü adamın biri tutmuş saçlarından, bir apartmanın kömürlüğüne doğru sürüklemiş, su yeşili eteği kızımın başına geçirip ona defalarca tecavüz edip öldürmüş. Hiç bulamayalım diye de boş bir kuyuya atmış, öylece bırakmış.
Günler sonra ona dokunduğumda melez teni buz gibiydi. Alora, “orada üşür kızım” diyerek feryat figan ağlıyordu. Açelyamın öldürülmeden önceki son görüntüsü gözümün önünden hiç gitmedi. Üzerinde su yeşili eteği, omzundan düşük dantelli çiçekli bluzu, saçları kıvır kıvır, yağmurun altında o şarkıyı söyleyip dönüyordu:
Yeni bir dünya istiyorum,
insanları melekten...
Fersah fersah uzakta yeryüzünden.
Pırıl pırıl geceleri,
sedeften dalgaları olan...
Kendimi gökkuşağına adadığım o günden beri başka şiirlere yeni bir dünya yaratmak için çalışıyorum; sedeften dalgaları görebilsinler diye ve gözlerimi sıklıkla kapatıp seni özlüyorum.
Fotoğraf: Ceren Saner, Timeless Crowd albümünden