“Bir akşam çıkıp gelsen diyorum hayat cam kırıklarını toplarken,
zaman birbirine karşı durmayan saatlere esirken gölgeni bıraksan sözler
şarkılarla iç içeyken, hiçbir dilde yazılmamışken adın ve resimler
sadece apartmanlara çizilirken diyorum, gelsen…”
Her sabah işe giderken o, sokaktan geçerdi ve Alpay, “gün doğarken her sabah bir kız geçer kapımdan”
diyerek ağlatırdı beni. Musluğu sürekli akıtan mutfağımızda Bedia ile
Perihan ablaya kahvaltı masası kurmaya çalışırken sıkça duvarda asılı
duran saate bakardım sonra bir anda pencerede bulurdum kendimi.
Saçlarının uçlarına doğru yeşil bir mevsimi taşıyan kadın görünürdü
sokağın başında ve usulca geçerdi gözlerimin önünden. Kulaklarında
kulaklık, kim bilir hangi şarkıyı dinlerdi öyle derinden? Ülker sokak sakinlerinden nedensiz yere korkan insanları anlamadığım
yıllarda taşınmıştım bu eve. Bedia’nın huzuru yansımıştı içime ve
Perihan ablanın pürtelaşı…
Kısa sürede çok sevmiştim onları.
Seçilmiş aileye sahip olmak bana Tanrı’nın bir ödülü gibiydi. Bedia ile
Perihan abla seks işçiliği yaparak geçimlerini sağlıyordu ben ise barda
garsondum. Bir şekilde yaşıyorduk işte martıların karnını doyurarak,
anlatarak öykümüzü. Üçümüzde transseksüeldik, üçümüzde yaralısıydık
İstanbul’un. Sargım eskidiğinde Bedia çarşaftan uzun şeritler kesiyordu
ve güzelce sarıyordu kabarık durmasından korktuğum acılarımı. Perihan
abla,”ulan sen gittikçe beni kendine âşık ediyorsun! ”deyip gülümsüyordu özenle kurulmuş çilingir sofralarında.
Her birimizin içine edilmiş bir hayat öyküsü vardı. Mesela, Bedia
bedenindeki işkence izlerini gördükçe ağabeylerinden tiksiniyordu;
Perihan eski sevgilisinin onu nasıl ailesine gammazladığından ve ipten
nasıl kurtulduğundan bahsedip duruyordu. Ben ise trans erkek doğduğum
için suçlanıp durduğumdan başıma dayalı silahın mermisine hedef olmaktan
kurtulmak için kaçmayı seçenlerden olmuştum. *** Sonra o geçmeye başladı sokağın uzun boşluğundan. Anadilimdi.
Tanışmaya hiç cesaret edemediğim halde bütün güçlükleri az çok
yenebileceğimin platonik kanıtıydı. Açılmaya cesaret edemediğimdi
vesselam! Hayatıma nakış gibi işlemiş o iki kadının cesaret
dopingleriyle aynalar karşısında sanki onunla konuşuyormuşçasına bir
şeyler mırıldansam da olmuyordu işte! Tarihinden gocunmayan bir aşkı
büyütüyordum içimde. Her ay bir sonraki aylara bırakıyordu yerini. Bir
gün tuttum zamanı…
İstiklal caddesinde Perihan ablanın belalıları peşimize takılıp bizi
kovalarken sırf onun ismini öğrenebilmek için yetmiş yaşıma kadar
yaşamayı dilediğim; ölümün eşiğine geldiğimiz gecenin sabahında seyrek
çıkan sakallarımı tıraş edip ve sürüp jöleyi saçıma; giyindiğim takım
elbiseyi kıskandırarak dikildim Ülker Sokağın ortasında.
Durdum karşında saçlarının yeşiline dokundum. Dudaklarına güneş doğmuş,
gördüm. Kaşlarına kokusunu bırakmış bebek teni. Elimi eline uzattım.
Terledim, gözlerimi kapadım. Gülümsedin; saçların rüzgâra teslimken
yüzüme dokundun, parmakların boynumda dolaştı. İsmin çıktı dudaklarının
arasından.
“Hiç sabah olmamış Tuana. Hiç çıkmamışım karşına, o gece
vurulmuşuz. İstiklal caddesinden Ülker sokağa vardığımız noktada
harcamışlar bizi. Ardımızda Perihan ablanın kırmızı topuklu ayakkabıları
kalmış ve yaralanmış kedi patisi…”
Ah! Akıp gider oyun akıp gider
devam eder hayat.
Ah! Uyan da gel tuana
yüreğim kan ağlıyor.
Sana söz yine baharlar gelecek,
sana söz ışık sönmeyecek,
ölüm yok ki tuana uyan
şimdi yaşanacak.