İsmail, yokluğu bilmezdi, başkasının yokluğuna tanıklık etmeyi
severdi, cigarası bile afiliydi, bir giydiğini bir daha giymezdi. Ulan!
kalorifer bile vardı evlerinde üşümezdi, kış aylarını çok sevdiğini
söylerdi, durmadan patavatsızlığına cila çekerdi. Bir de utanmadan en
iyi arkadaşımsın derdi kömür taşımaktan kapkara olmuş ellerimi tutarak
ama diğer arkadaşlarına yüzümü bile göstermezdi. Arada bir sevişirdik
İsmail’le; kemerimden pantolonumu ayırır, alemden saklı kalsın der ve
yine fiyakasını atardı arkasından dolap çeviren zengin piçlerine.
Akıllanmazdım Süheyl, yine sığınırdım gölgesine. “Baban öldükten sonra mı?” diye sorduğu şey, fakirliğimizdi. Yani,
sanki aile ekonomisi birinin yokluğuyla çöküyormuş gibi dalga
geçermişçesine bakardı yüzüme. Ama ne de güzel bakardı be, içimi koyar
ateşe yakardı. Süheyl, bir bakkal Refik vardı; bizi görünce, veresiye defterine
dokunmaktan korkardı. Elimiz boş kalırdı da acımazdı. Kardeşim İbrahim,
hep söz verirdi kendi kendine “biraz param olsun, bu bakkalı
içindekilerle satın alacağım” diye, hayaller güzeldi de İsmail bir
başkaydı. Teni başıma vururdu; ne zaman çağırsa, o zaman giderdim
yanına. Hiç unutmuyorum: on beş yaşımdayım yine bir gece surlara doğru
ilerlemişim ve artık rakıdan içmişim, bulmuşum onu birlikte olmuşuz
sonra birkaç kişiyi daha çağırmış haydut. Biri ellerimi arkadan tutmuş,
diğeri defalarca içimi kanatmış durmuş. Tecavüze uğramışım, haberim yok. Olmaz olur mu Süheyl? Bakamadım kimsenin yüzüne, annem yalnızca undan yemekler yapmaya çalışırken sobanın üzerinde yakıp durdum avuçlarımı... Susmak çok zordu Süheyl. Zengin olmak kadar zor! Gittim yanına, tuttum yanaklarını “beni yıka anne” dedim -ki yoktu
şampuanımız, uzun zamandır yoktu- ucuz deterjanlarla yıkadı saçlarımı,
bedenimi lifledi -keşke kazısaydı diye geçirdim içimden.
Yıllar geçti, büyüdük tabi. Annem zatürreye yenildi, İbrahim, yanlış
arkadaş kurbanı olup kafa yapıcı şeyleri kullanmaya başladı. Kaç gece
sürüye sürüye çekip aldım onu köprü altlarından. Üşümüş bedenine kaç
gece sarıldım ısıtmak için. Bir gün İsmail çıktı karşıma, geçmişte yaşanılan o tecavüz
sahnelerini unuttuğunu gösterircesine dalga geçer gibi baktı yüzüme ve
“nasılsın?” diye sordu. İnanabiliyor musun Süheyl? Onca şey hiç
yaşanmamış da surların orada mutluluktan şarkılar söylemişim, bıraktığı
yerden devam ediyormuşum gibi hayata, o aptalca soruyla dikildi
karşımda. “Sen bizim dünyamızı bilmezsin İsmail. Kardeşini köprü
altında, o soğuk kış kabusunda kaybetmiş insanım ben. Öldü o, donarak
öldü” dedim. Yüzündeki samimiyetsiz ifade yerini gözyaşına bıraktığında
bile affedemedim onu.
Seni daha da eskilere götüreyim, yani 70'li yıllara: televizyona
muhtaç olduğumuz senelerden biri... Babam nasıl parayı denkleştirip
aldıysa ikinci eli getirip koydu boş sehpamıza ve ben ilk defa o akşam
gördüm annemin sevinçten ağladığını.
Pek tabi yüzümüzde yatılı misafir olmayı sevmeyen neşe ifadesi, “bana
olan borcunuzu ödemeyip bu makineye nasıl para verirsiniz?” diyen
dayımın bir evladiyelik gibi koruduğumuz televizyonumuzu sokağın
ortasına çıkarıp, balta darbesiyle parçalamasıyla, çekip gitti
gözbebeğimizin içinden ve tenimizden. Şimdi diyorsun ki bir tek benim göğsümde mi huzurlusun? Galiba!