Bir bira açtı. Otel denilen uydurma binanın bir odasında kalıyordu ne zamandır. O kadar soğuktu ki kendisine elektrikli bir soba almıştı. Gittiği hiçbir yerde misafir gibi olmayı sevmiyordu. O yüzden de bir yere gitmiyordu ya. Bulunduğu yere bir iz bırakmak, kendinden bir şey katmak istiyordu illa. Belki dünyada geçici olduğundan, belki bunu hiç kabullenememesinden, belki bu dünyaya gözlerini açtığında kendisine bir şey sorulmamasındandı ki hep bir yere kök salmak istemiş ve asla bunu başaramamıştı. Otelmiş, otel değildi bir kere burası. Kendisi gibi yersiz yurtsuzların başını soktuğu, insanların varolamamasından peydahlanmaya çalışan bir köylü kurnazının, acıyı ve yalnızlığı paraya çevirdiği bir kimsesizler eviydi. Otel böyle mi olurdu? Sahi otel nasıl olurdu? Daha önce hiç hayal ettiği gibi bir otelde kalmamıştı ki? Nereden biliyordu? Belki de böyleydi bütün oteller... Böyle soğuk, böyle gri, böyle sessiz ve yalnızdı hepsi.
Tüm bunları düşünürken peş peşe üç sigara içtiğini, birasını yarıladığını gördü. Dinçlikle yorgunluk arasında sallanan bedeni kadife ve yağlanmış koltuğa iyice sokulmuş, loş ışıkta bir enkaz gibi görünüyordu. Belki kendisine sorsalar hiç gelmezdi bu dünyaya. Bok vardı sanki dünyada! Geçimini, parasının ancak yettiği sigarası ve birasının zihnini hafif uyuşturduğu uydurma şiirleri üçüncü sınıf bir mecmuada bastırarak kazanıyordu. İyice sarhoş olmaya yetecek parası yoktu ki adam gibi şiir yazsın! Hayat ona ne vermişti ki güzel şiirler bekliyordu. Dünyaya atıldığında sorulmamıştı ona fikri ama keşke zamanı sorulsaydı. Dünyada gerçekten aşık olabilecek kaç adam olabilirdi ki zaten? Onlar da bu rezilliği yaşamış ve yazılması mümkün tüm güzel satırları yazmışlardı. Kendisine ucuz bir biranın uyandırdığı, üç beş satırdan başka bir şey kalmamıştı.
Sigarayı tuttuğu işaret parmağı ve orta parmağının ilk boğumları sapsarıydı. Geçmiyordu da meret!
Midesi kazındı. Gecenin bu saatinde bu otel denilen yerde yiyecek tek lokma bulamazdı. Sanki bulsa alacak parası vardı. Bir de kök salacakmış! Kökün kurusun dedi içinden öfkeyle. Sesi boş midesinde yankılandı. Birası bitmek üzereydi, tek satır yazamamıştı. Kim okuyordu yazdıklarını sahi? Bu insanları da anlamak, en az neden dünyada olduğunu anlamak kadar zordu. Keşke bir birası daha olsaydı. Belki iyice sarhoş olabilse bu geceyi uyuyarak geçirebilirdi. Aşkı, evi, parası yahu içkisi bile yarım olur muydu bir insanın? Kaleme uzandı.
Biraz düşündü. Düşününce olmuyordu. Birden akmalıydı kelimeler. İçi sıkıldı. Sen kimsin, şiir yazmak kim diye mırıldandı. Aslında insanların neyi okuyacağını, ne yazsa çok seveceklerini biliyordu adı gibi. İnsanlar da değişmişti artık. Onları da eli yazamıyordu. Okusa biraz belki, o yazardan bu yazardan ilham alabilirdi. Çalmak değildi bu. Köşe lambasının altında üst üste dizdiği kitaplarına baktı. Ne oraya gidecek hali vardı, ne de açıp okuyacak. Zaten hepsini ezbere biliyordu.
Ayak ucundaki soba sadece kendini ısıtıyordu. Ayakları bile buz gibiydi. Birası da bitmişti. Bir sigara daha yaktı. Koltuğa iyice sokuldu. Birine sarılmayalı uzun zaman olmuştu. Birine sarılmak istemediğini hissetti. Bu sefil, bu solucan gibi yaşam onun Tanrı'ya cevabıydı. Bana sordu sanki dedi. Bana sordu gönderirken! Koltuğun yanındaki eprimiş battaniyeyi üzerine örttü. Utanmasa battaniyeyle konuşacaktı. Sarılmak istemiyordu ama konuşmak...
Kendi sesini sadece sigara alırken, içki alırken ya da resepsiyondaki insan görünümlü şeytanla konuşurken duyuyordu ne zamandır. İşte yaşamak denirse adına gün tüketiyordu. Arada bir mecmuaya gidiyor, şiir bırakıyor, oradaki saçları yapılı, dudağı rujlu genç sekreterle ayaküstü parasını ne zaman alacağını konuşuyor, geri otele doğru dönüyordu.
Sigarasına uzandı. Son bir tane kalmıştı. Bu zıkkım da hemen bitiyordu! Aldı, yaktı.
Ellerini sobaya uzattı. Elleri ısınınca aklına annesi geldi. En çok annesini sevmiş, en çok annesi eziyet etmişti. Nurlar içinde yatsın. Bir garip, bir çocuksu özlem duydu. İnsanın annesi ölmüşse eğer, işte asıl yalnızlık o zamandı! Yapayalnız hissetti kendini. Sonra birden vazgeçti. Özgürlük duygusu daha ağır bastı. Annesi öldüğünde kendini yalnızdan çok özgür hissetmişti sanki. Özgürlüğünden tiksindi.
Kaleme uzandı. Yanındaki sehpada duran radyoyu açtı. Eski bir şarkının tam ortasıydı. Müzik, üzerindeki battaniyeden daha çok ısıttı yorgun bedenini.
"Sana kalmadın diye kızmıyorum.
Tut ellerini benim için.
Sorsalardı sen derdim.
Yine günlerden bir sefil gün,
yine yoksun.
Unutturmuyor en derin uyku bile
yokluğunu.
Bu gökkubbenin altında her gün ölüyorum.
Saçların düşüyor gözlerime,
eğiliyorum, öpüyorum.
Tuttuğum hiç bir şarkı seni anlatmıyor.
Bence gelsen.
Gelmiyorsun diye sana kızmıyorum.
Öp saçlarını benim için."
El yazısını kendi bile zor okudu. Böyle uydurma bir şiiri kim okur diye düşündü içinden. Yarın mecmuaya gitmeliydi. Bununla beraber karaladığı üç beş şiiri bırakır, saçları yapılı kıza parasını sorar, geri dönerdi.
Zorla kaldırdı bedenini koltuktan. Yatağa gitti, uzandı. Uyumak üzereydi. Olmayan birine şiirler yazacak kadar yalnız, ondan kendisi için saçlarını öpmesini isteyecek kadar küstah ve açtı."
0 Yorumlar