Dört beş katlı bir apartman kadar büyük hatırlıyorum pamuk depolarını. Kocaman, kocamandan da büyük, devasa odalar. Yan yana. İçleri dallarından toplanmış pamuk dolu. Ben daha çocuğum. Belki ben ufacığım diye büyükler o kadar. Sık sık gittiğimizi hatırlıyorum oraya. Pamukların tepesine tırmanırdım, yuvarlanırdım aşağıya. Her yerim pamuk olurdu. Çukobirlik'in pamuk depoları. Pamukları işçilerin topladığını, güneşin altında omuzları, elleri simsiyah olana kadar çalıştıklarını bilmiyordum o zamanlar. Dedim ya, çocuktum.
Bazen düşünürüm. Neden yaşadığım onca şeyi hatırlamıyorum da o pamuk depolarını hatırlıyorum mesela. Eski evlerimizden birinin arka tarafındaki yıkık evi ya da. Hiç doğum günümüz kutlanmadı bizim. Özel bir gün, özel kıyafetlerimiz olmadı. Özel değildik belki. Belki annem yaka işleyip satarken bize özel olduğumuzu söyleyecek vakit bulamadı. Bir şeye hüzünlü bakan çocuk gördüğümde, içimden kuşlar havalanır hep. Sonra parmaklıklara çarpıp, çırpınırlar. Kek yapardı annem, dibini sıyırırdı iyice. Kalanını ben yerdim ama kalmazdı. Bir gün annem yokken, sırf daha fazla kek hamuru yemek için evde gizlice o hamurdan yapmıştım. Bir sürü yemiştim ama bitmemişti. Sonra korkumdan saklamıştım. İkinci gün kokmaya başlamıştı. Ne yapacağımı bilemeyip, anneme söylemiştim. Annem hiç kızmamıştı. Keşke söyleseydin pişirirdim demişti. Çok şaşırmıştım. Neden korkmalıydım, nelerden korkmamalıydım? Çocukken bir şeyinin olmaması çocukluğun cehennemi gibi. Güzel kıyafetleri olanlara bakmak, birinin elindeki çikolataya bakmak.
Tanıdığım bir büyük vardı. Onlara giderdik. Zenginlerdi. Bununla da övünürdü. Sanki bizi üzeceğini bilmiyormuş gibi muz getirin, tatlı getirin, çerez getirin derdi hep kibirlice. Ben anlayamazdım. Neden onlarda bunlardan vardı, neden bizde yoktu. Biz de muz yemek istiyorduk. Muz çok güzeldi. Şeker gibi kokuyordu. Böyle yaz gibiydi kokusu. Hiç bitmemesi gereken bir şeydi. Ben içlenir, kırılırdım önümüze onlar gelince. Tokum derdim, yemezdim. Bir yerlerde bir hata vardı, onların bize habire bir şeyler getirmesinde bir terslik, söyleme şekillerinde yanlış bir şey vardı. Hala muz sevmem. İçimdeki kuşları serbest bıraktım. Aslında muzun suçu yok ki. Muz hala yaz gibi kokuyor. Beren muz istediğinde hemencecik veriyorum.
Hala tatlı yemem, pasta sevmem. Bana çocukluğumdaki canavarları hatırlatıyorlar. Biz o tabakları bırakıp eve giderdik. Annem sadece arada bir kek yapardı. Dibindeki kısım hep az kalırdı. Kek de sevmem.
Burada yok, siz oraya gidin de dediler bize çok. Aslında ait olmamız gereken iki ev arasında aynı birinden aynı diğerine sürüldük hep. Çok enteresandır bu iki evin arasında ne vardı biliyor musunuz? Bir cami. Bir çocuk olarak hırpalandığım nerem varsa alıp, o camiden geçerdim. Siz hiç Allah'la ayağınızdaki on numara büyük takunya terliklerden minik parmaklarınız öne doğru kaymışken konuştunuz mu? Anlamadığınızı söylediniz mi? O cami de çok alınlar secdeye gitti. Ben tam otuz dört yıldır hala anlamadım neden olduğunu. Neden bir çocuğa bir divan kenarında bir yer olmadığını.
İyilik ve kötülük bize ne zaman ve nasıl geliyor hala bilmiyorum. Daha beş-altı yaşındaki bir çocukken, kış akşamüstlerinde dallarından düşen beyaz çiçekleri üşümesinler diye eve getirir, bir yandan da annelerinden ayrılmışlar mıdır acaba diye üzülürdüm. Aynı sene anaokulundaki bir çocuk sobada ısıttığı bir ahşap küpü suratıma yapıştırıp beni yakmıştı örneğin. O da çocuktu oysa. Ben de.
O anaokulunun askeri yeşil yataklarındaki uyku saatlerini de asla unutmayacağım. Bugün direniyorsam istemediğim her şeye nedeni o odadadır. Zorla uyutuyorlardı bizi. Hiç uyumadım. İstemiyordum. Anneme gitmek istiyordum. Muz olmasa da, tatlı olmasa da evimi istiyor, orada olmak istemiyordum. Bir daha da asla istemediğim bir şeyi zorla yapmadım. Buna uğraşanlara direndim.
O pamuk depolarının demir sürgülü kapıları kapandığında içerisi çok karanlık ve korkunç oluyordu. Kendi gölgen büyüyor ve seni kovalıyordu. Gece ve gündüz, cennet ve cehennem, iyilik ve kötülük gibiydi o depo.
Caminin çıkış kapısından sonra dalları ev olan bir dut ağacı vardı. Dalları çocukluğum. Çocukluğum gülümsüyor turuncu saçlarıyla minareye. Sizi affettim diyorum, gözlerim hırsla doluyor hala. Hala anlamıyorum, hala hatırlıyorum ama sizi affediyorum.
Benim minik kalbimin önüne muzumuz olmadığını bile bile, şımarıkça muz getireni de affediyorum.
Teyzemin diktiği fırfırlı eteklerimle, annemin ördüğü saçlarımla, olmayan bebeklerimle, olmayan çikolatalarımla şu an çocukluğum gözümün önünde.
Siz savaş boyası sürmüş bir çocuk gördünüz mü hiç?
Hiç kalbi kırık bir çocuk tanıdınız mı? Ben çok iyi tanıyorum bir tanesini. İnsanların kötü olabileceğini o zaman öğrendim ben. Bir cami avlusunda, bir muzla küçümsenirken, başım annemin omzunda camlardaki bebeklere bakarken.
Bir çocuğun boynu büküldü mü bir kez, bin yaşasa da doğrulmuyor.
Neden bunları hatırlıyorum biliyor musunuz? Kötü olmamak için. Unutmuyorum ki kalbim merhamet dolu olsun.
En çok boynu bükük öğrencilerime açıyorum kapılarımı.
En çok çocuklara.
En çok Beren'e.
Biten şeyleri bu yüzden sevmiyorum.
Günler bitiyor, aylar, yıllar, mevsimler...
Ömür bitiyor.
Bir gün hepimiz biteceğiz.
Çok zaman sonra, yüzlerce yıl sonra varlığımız bizi hatırlayan son insan da gittiğinde yok olacak.
O camide çok alınlar secdeye gidecek yine.
Bir gün her istediğimizin olduğu bir cennete gidersek eğer kendime kek yapacağım. Bir masa donatacağım. Üzerinde muzlar, tatlılar olacak. Bir sürü çocuk olacak yanımda. Ben şimdiki yaşımda olacağım. Onlar gülecek, oyunlar oynayacağız. O keki pişirmeyeceğim, parmağımı batırıp batırıp patlayana kadar yiyeceğim. Sonra tüm çocuklarla pamuk deposuna gideceğiz, en tepeden yuvarlanacağız. Bir cami avlusu bulup, ayaklarımıza takunyaları geçirip kahkahalar atacağız. Ezan okunacak o an. Yaz olacak. Dedem gelecek, beni salavatlayacak. Sonra damarları belli olan elleriyle abdest alacak. Hiç de gitmeyecek bir yere, namazı gidince hepimizi toplayıp komik hikayeler anlatacak. Sonsuza kadar güleceğiz, Beren olacak yanımda. Lokumlar, şekerler verecek bize ceplerinden. Ölmeyecek bir daha hiç!
İlkokul dördüncü sınıftaydım, okulumuzun köşesindeki kırtasiyede kaset satılırdı. Bir gün bangır bangır bir şarkı çalıyordu hiç unutmuyorum.
'Başım belada!'
O gün direnmeyi hayata geçirdim ben.
O gün bugündür ceplerimde bir gazoz parası olmadığını hatırlar, asi şarkılar söylerim. Çünkü köşe başları hala tutulmuş, üstelik yağmur yağmakta.
Çabuk büyüyenler kulübünden sevgiler.
0 Yorumlar