Son beş yılımın büyük bir bölümü buradan kurtulmayı hayal ederek
geçti. 1938 yılıydı ve sanırım mevsim kışa dönmeye hazırlanıyordu. Gün
ışığını görmem için bana ayrılan pencere aralığından bakarak Yachel’i
düşünüyordum. Dadım, Yahudi düşmanı Adolf Hitler’e duyduğu aşkı
mırıldanırken oldukça çirkin görünüyordu. Hiç kimse onun umurunda
değildi. Her an kıçımı bir başkasına elletebilirim korkusuyla
görevlendirilmiş zavallının tekiydi. Ailem, Yachel gibi Yahudileri
umursamazdı. Onlar Adolf ve askerleri tarafından nasıl olsa öldürülecek
olan yaratıklardı. Aile içi sırlarımız o kadar çoktu ki bazen sırf
saklanılanlar yüzünden ev içinde vuku bulan kavgalara gülüp geçiyordum.
Eşcinselliğin kıç deliği olarak adlandırıldığı insanların arasından geliyordum ve bu durum beni oldukça rahatsız ediyordu. Yachel, askerlerden gizlenerek tan ağarmadan pencereme vardığında, “oral sevişmeyle idare ettiğimizi söylesem bu suçumuzu hafifletir mi?” deyip gülüyordum. Parmaklarımız birbirine zor değiyordu ancak bir dahaki buluşmamıza kadar bununla idare etmek zorundaydık.
***
Eşcinselliğin kıç deliği olarak adlandırıldığı insanların arasından geliyordum ve bu durum beni oldukça rahatsız ediyordu. Yachel, askerlerden gizlenerek tan ağarmadan pencereme vardığında, “oral sevişmeyle idare ettiğimizi söylesem bu suçumuzu hafifletir mi?” deyip gülüyordum. Parmaklarımız birbirine zor değiyordu ancak bir dahaki buluşmamıza kadar bununla idare etmek zorundaydık.
***
Oldukça sert vuruyordu. Genzimden boğazıma doğru inen kanın tadını duyumsuyordum. “Lanet olası ölmekten de mi korkmuyorsun? Senin gibileri de toplayıp oraya götürüyorlar ve diri diri yakıyorlar” diyordu. Öyle çok bağırıyordu ki her iki kulağımı da kapayıp sesi bastırmaya çalışıyordum.
Dachau toplama kampının nasıl bir yer olduğuyla ilgili oldukça
bilgi sahibiydim. Nazi Almanyasında yaşıyor olmak, tüm bunlara yabancı
kalmamak anlamına geliyordu. Babamın benden istediği üç maymunu oynamam
gerektiğiydi. Ben ona göre oyunbozanlık yapıyordum ve sırf inat olsun
diye erkeklerle yatıyordum(!)
1933 yılından bu yana sürekli onların gözüne girmeye çalışır gibi
bir halimiz vardı. Öldürülme korkusuyla yaşadığımızı gizlemeye
çalışıyorduk. Katolik inancı bize artık çok uzaktı. Çünkü inancımızı
yaşıyor olmamız bile Naziler tarafından öldürülmemiz için bir sebepti.
Yachel’i bir daha görmedim. Bahar mevsimi içerisine girmiştik,
aylardan Mayıs’tı. Avusturyalı ve Alman Yahudiler götürüldükleri
kamplarda imha ediliyorlardı. Dışarıdan sürekli ceset kokuları
geliyordu. Yaptıklarını saklamaya çalışıyorlardı ancak bu hususta pek de
başarılı oldukları söylenemezdi. Yachel’in kokusunu hissetmekten korkar
hale gelmiştim. O da kamplardan birine götürülmüş ve gaz odalarında
ölüme terk edilmiş olabilirdi. Buna inanmak istemiyordum. Aksini
düşünmek yok ediciydi.
Naziler, “Almanya Almanlarındır” deyip bağırıyordu. Babamın onlara
eşlik ettiğini duyuyordum. Lanet olasıca dadı da aptal Almancasıyla
şarkılar söylüyordu. Evin içinde özüne ruh katılmış bir heykel gibi
durmaktan sıkılıp, “yeter!” diye bağırdığımı anımsıyorum. Beni meydan
okumaya zorlayan onların anlamsız tutumlarıydı. Yachel, geldiği zaman
bana sabretmem konusunda telkinlerde bulunuyordu zira ırkçılığı savunan
aile bireylerinden eşcinselliğimi anlayıp aşkıma saygı duymalarını
beklemem saçmaydı.
O gün sevgilim ve ailesi için yapabileceğim en mantıklı şeyin bu
olduğunu düşündüm. “Yeter!” diye bağırdığımda bozulan örgünün tekrar
eski haline geleceğine inandım. On yedi yaşındaydım ve rahatım
yerindeydi(!) İçimde patlayan aşkı hiç kimsenin gördüğü yoktu. Babam,
“ne olur Lear! Her şeyi anlarlarsa seni de alıp götürürler” lafını
onlarca kez tekrar etmişti. Ona acımam ve dışarı çıkıp, “ben bir
homoyum!” diye bağırmamam için elinden gelenin de en iyisini yapmıştı.
Onlara karşı duygularımın bu kadar hassas oluşu yıllarca kendimden utanmama neden olacaktı.
1933 ila 1945 yılları arasında Yahudilerin nasıl harcandığına tanık
oldum. Alman doğduğum için şanslı olduğumu söyleyen zavallılarla
karşılaştım.
Yachel, nereye gidersem gideyim kalbimdeydi. Onun her halini
hatırlıyordum. Çoğu kez ailesinden herkesin öldürüldüğünü düşünüyordum
ve oldukça canım yanıyordu. Küçük kız kardeşinin o gaz odalarından
birinde yok edilme ihtimaline karşı bir şey yapamamanın içimde bıraktığı
çaresizliği o yıllardan bu yana sırtımda taşıyordum.
“Sevgili Lear,
Sana yıllar sonra mektup yazıp bir zarfın içine özlediğim her
şeyi koyup göndermeyi ümit etmiştim. Bunu yapabilmem için yaşamam
gerekiyordu ve sanırım yalnızca seni bir gün görebilme umuduyla
direndim. Nazi Almanları, dövmekten çok hoşlanıyordu. Yahudiler, onlar
için ruhsuz birer et parçasıydı.
Evimize girdiklerinde bizleri Auschwitz’e götüreceklerini
anlamıştık. Üzerlerindeki kamp üniformaları o kötü sonu gözümüzün önüne
seriyordu.
Oraya götürüldüğümde “burada uzun süre kalırsan şanslılardan
olacaksın” diyorlardı. İnsan olmadıklarına emindim. Üzerimi çıkarıp
soyunmamı istediler. Tıraşa zorlandım. Adım başı dayak yiyordum ve tek
suçum dindar bir Yahudi ailesinden gelmiş olmamdı. Ailemi Gettoya
gönderdiler. Ben de çalıştırılanların arasında olacaktım. Çok zor aylar
geçirdim. Savaş bittikten sonra hayatta kalabildiğime inanamıyordum.
Ölüm yürüyüşüne ne kadar dayanabileceğim hakkında ise bir fikrim yoktu.
Çekoslavakya’ya sığındığım için kendimi şanslı hissediyordum.
Seni hiç unutmadım Lear!
Bana yapılan en büyük işkence sensizliğe karşı çaresiz kalmaya zorlanmamdı. Şimdi Almanya’dayım ve oldukça yaşlıyım!”
Bu mektup elime geçtikten sonra evlendiğini ve evliliğinden iki
kızı olduğunu öğrendim. Şartlar onu buna mecbur bırakmış. Hasta
yatağında öldüğünde, başucunda eski Almanya içinde bir Lear kalmış.