Tepesinde, neon ışıklarla yanıp sönmekte “HUZUR” yazısının parıltısında, hayatın
yorduğu “abla” şaşkınlıkla da olsa bunu anlamlı bulup bu kez “huzur”un peşine
düşer. Henüz ne ego’su Sebastian’la,
ne de hep orada ama şirret Sebastian’dan ötürü sesi duyulmayan -Yüksek Benliği- Ben’im Varlığı Basiret Hanım’la tanışmışlığı vardır. “Her şey bundan ibaret!” görünen üç boyut
Dünya’sından, bakışını çevirdiği “her şey
bundan ibaret olamaz, olmamalı!” bilinç düzeyinde, -çok sonra startı verenin Ben’im Varlığı olduğunu keşfettiği- huzur
arayışıyla, nasıl yapacağını bilmediğinden, siste yürür gibi eliyle ayağıyla
yoklayarak yola düşer.
2004’te birkaç ay, Kadıköy’de bir dershanenin en
üst katında, iş saatleri dışında, bir arkadaşının “senin söz ettiğin şeyler konuşuluyor” diyerek haber verdiği birkaç
seminere katılan “abla” aldığı bilgiyle yeni bir dönüm noktasına ulaşır,
yaşamını yeniden düzenlemeye niyetlenir: Bir sabah kızıyla ve kahvaltıya
çağrılı erkek arkadaşıyla söyleşirlerken, kaynağı sonradan açığa çıkan ses,
Basiret Hanım yine “abla” yerine konuşur: “Eee,”
der, “siz evlenin bari”.
Bir yıl sonra, kızıyla damadı ekonomik
bağımsızlıklarını kazanır kazanmaz Kuzey Ege’ye, yavaşlama, sadeleşme, öfkeden,
korkudan, para ve zaman baskısından kurtulma türünden çok da netleşmemiş
niyetlerle ve biri dikiş makinesi 16 koli eşyayla taşınan “abla”, izleyen iki
yıl boyunca okur, yüzer, dağ tepe yürür, Karatepe’de minik mağarayı gizleyen kayaya
tüneyip şehirde fırsat bulamadığı üzüntülerine ağlar.
Yazlığı, doğramaları değiştirilip uyuyan sobayla kışlığa
dönüştürdüğü sitede, çevrede kimse olmadığından, kendisiyle iyi geçinmek
zorunda kalan “abla”nın, ilk elde, “Tanrı’nın
eşsiz güzellikteki bir parçası” olduğu bilgisine ulaşıp hazmedinceye dek, -mükemmeliyetçi ebeveyninden miras, Allah yarattı demeden acımasızca
yargıladığı- “abla”yı hoş görmesi, başkasına gösterdiği şefkatten, azıcık
da olsa kendisine ayırmayı öğrenmesi gerekir.
Münzevinin avantajı gibi görünen, kalabalıktan uzak
olma durumunun dezavantajı, Truva atı laptopu ile Dünya’ya bağlı olması bir
yana, insanın gittiği her yere kendini de götürdüğünün farkında “abla” elbet
birden huzura kavuşmaz. Ego’su Sebastian’ın bulandırdığı zihninde iz
bırakmadığından, tekrar tekrar başa döndüğü yığınla kitap okur; “bakarak olsaydı kediler kasap olurdu” demeyip
ezoterik sitelerden, maillerden becerebildiğince meditasyon, bolca imgeleme yapar;
hatta bir seferinde, rahatlatıcı müzik eşliğinde, yere bir mum koyup yakan arkadaşının,
kağıttan okuduğu yönergeleri izleyerek inisiye
bile olur. Ablalarını dehşet içinde dinleyen kardeşlerine daha sonra ameliyeyi,
“…çekyattayım, şöyle sol omzum üzerinden
akarak geldi, jel gibi bir his, tüm bedenimi kapladı, çok tuhaftı…” diyerek
anlatır.
2007 Mart ekinoksunda, soba borusunun damlattığı
yere serdiği gazetede gözüne takılan, onpunto’dan
söz eden yazı üzerine, -yıllar boyu
“kelin merhemi olsa kendi başına sürer” demeyip danışan arkadaşlarından esinle-
senbilirsinabla adıyla blog yazmaya
başlar; böylece günlük, sinema, gezi, anı yazarken, ekrana döktüğü yazıdan
yansıyan kendisine bakarak evyapımı
terapi’nin mucidi olur.
Yorumlarla yamulmuş da olsa tüm dinlerin ortak
paydası sevgi, hoşgörü, şefkat, merhameti ruhsal bünyeye nasıl katıp
katlayacağını düşünürken “abla”, kendince basit bir formüle ulaşır: Uyanık
olacak, olay anında kendisini yakalayıp, vak’a bazında olabildiğince doğru
seçimlerle “kredi”sini, -ruhsal anlamda
titreşimini- yükseltecek! Böylece tüm gayretiyle, bela okumak yerine, pencerenin vasistası sıkıştığında “yaaa sabır”; komşular yemyeşil toprağı
kazıtıp kilittaşı döşettiklerinde “Allahım
bilinçlerini yükselt, yeşili sevdir”; politik içerikli bir maille sinirleri
zıpladığında “herkese huzur”; sabırla
izlediği filmin dangalakça sonu için “eh
vardır bunda da bir ders!”… diyebileceği o daracık seçim anlarını kollamaya
başlar.
Seçim sonuçlarının, çevresinde küçük ölçekte örneğini
gördüğü, devasa korkudan kaynaklandığından emin “abla”, konuya yatkın komşularına
“enerjinin, iyi-kötü türünden değer
yargısı yok ki” der, “sistem, çok güçlü
bir enerji olan korkuları toplayıp bize sonuç olarak yansıttı.” Yaşlıların
ana konusu için de “Hastalıklar da aynı,
kaygıya kapılıp olasılıkları güçlendirmek yerine, sağlığa odaklanıp iyi
olduğunuzu düşünün, aklınızdan kötü düşünceyi, masanın kırıntısını süpürür gibi
sıyırıp atın” diye akıl verir; örnek olsun diye de, epeydir “bana değmez” deyip nazarı bile savuşturduğunu
söyler.
Paranın yerine “ihtiyaçlarının her zaman
karşılanacağı” bolluk kavramını
geçireli işi epey kolaylaşan, incelikli bütçe yapmayı bir yana bırakan “abla”
için artık sevap da günah da yoktur: “Her şey, bir sonraki boyut için gerekli kredi miktarı sağlanana dek
tekrarlanan derslerden ibaret” der. Üstelik sevap-günah kavramını, eksi/artı
kredi olarak algıladığı bilinç düzeyi, ona muhteşem bir de hediye getirmiştir: Sınırlarını
belirleyemediği sorumluluk duygusuyla, olup biten, olamayıp bitemeyen her şey
için duyduğu, ömrünün büyük bölümünü kaplamış, her sabah uyandığında göğsü
üzerinde çöreklenmiş bulduğu, hantal bir piton kadar ağır suçluluk duygusu, “abla” için birden anlamsızlaşıp hafifler, küçük pembe
beyaz bir kelebek olur.
Tanrı’ya
inanmakla kalmaz, -korkularından
kaynaklanan- kontrolü O’na bırakıp, her şeyin kendisi için en iyisi
olacağına güvenir; ayaklarını yere
güvenle bastığından olsa gerek, “abla” için bir zamanların gündelik olayı
burkulmalar, epeydir geride kalmışa benzer. Pazara çıkmadan almayı düşündüğü
yürüyüş pantolonu için, tam ayırdığı miktar istenir; iki dükkân sonra,
hayalindeki mor ışıltılı kordonet rafta, nazlı nazlı kendisini bekler; bedelini
İstanbul’a gitmeden ödemek istediği elektrik saati gününden önce okunur;
olasılıklara kapılıp formüle eksi sokmadığı, saf biçimde istediği her şey, gönlünce gelişir.
Bir şey/olgu/iş/kişi hakkında düşünürken –ihtimal, fizikötesi bedenleri ile dolanmaktan-
ne çok yorulduğunu keşfettiğinde, planlamayı, zamanlamayı, tasarlamayı bırakıp,
son icadı “canım ne/ne zaman isterse
kriterleri” uyarınca, o şey/olgu/iş/kişi için gerekli şartların gelişmesini, o şey/olgu/iş/kişinin kendisine
sevimli gelmesini bekler: Meşeyi, yağlı zeytin odunu ve kozalakla tutuşturduğundan,
sobanın tıkanan borularını değiştirmesi gerektiğinde yaptığı gibi: Pazara bir
gidişinde boruları ısmarlar, öder; ertesi gün teslim edildiği servisten alır;
havanın kapalı, boruların sevimli göründüğü bir öğle sonrası eskileri çıkarıp yenileri
döşer. İşlerin sanki kendiliğinden oluverdiği bu, “canım ne/ne zaman isterse kriterleri”ni “abla” pek beğenir,
benimser.
Olaylara değil, olay çevresinde beliren duygularına
bakar: “Neden bu benim başıma geldi, bana
bu nasıl yapılır, insanlar nasıl oluyor da böyle…” yerine, kendine, doğru
soruları sorar: “Ben niye hayal
kırıklığına uğradım / üzüldüm / korktum / kızdım / kırıldım / değersizlik
hissettim?” Böylece duygunun kaynağına inip genellikle “…meli, …malı” türünden değer yargılarıyla kemikleşmiş –her şeyi doğru yapma gerekliliği gibi- bir
beklentiden kaynaklanan sorunuyla yüzleşme fırsatı yakalar: Farkındalığı
yükseldikçe, kendisininkiler dâhil, insan sayısınca “doğru” olduğunu keşfeden
“abla”, “hoşgörü”ye yatırım yapmaya
başladıkça “doğru yapma gerekliliği” konusunda “şefkat” geliştirir. “Ne de
olsa,” diye düşünür, “doğru seçimle,
kusur giderip kredi yükseltme esasına dayalı Dünya müfredatı, kusurluluk üzerine
kurulu.”
Dışarısını bırakıp içine yöneleli,
titreşimi/kredisi/frekansı arttıkça, dedikodunun eski tadını yitirdiğini fark
edip eski tiryakiliğin peşine düşen ego’su Sebastian’ın girişimleri, Tanrısal
yanı, Ben’im Varlığı Basiret Hanım marifetiyle sönümlenir. Verme eğitimi
aldığından, verileni alma özürlü
“abla”, eşi dostu eskisi gibi yalvartmaz; sitedeki tek akrabasının şık bir
sofra değirmeninde harmanladığı, anason, çörek otu, keten tohumu karışımını
nazlanmadan alır; kendisi için öğle yemeği ile doğum günü pastası hazırlayan
komşusunun davetini ikiletmez. Bedeniyle kendini ifade etmede özürlü, göze görünmekten
hoşlanmayan “abla” spor alanına eklenen yeni aletleri –ki eski dört tanesi birkaç yıldır oradadır- günde iki kez ziyaret
eder. Eskiden başına gelmiş olsa cinnet sınırında gezecekken, birden bastıran
yağmur, evin, yeni boyanmış iki cephesini şırıl şırıl yıkarken, akan boya yere
yapışmasın diye, yağmurluğunu giyer, bir elinde süpürge, sakince, yağışla
yarışan hortumla yağmura eşlik eder.
“Abla”nın tüm gayretine karşın, öfkelenmesine neden
olan şeyler yok değil; Gökçeada sarsıntısını ilk ağızda büyük sevinçle “İstanbul Depremi!” diye duyurup
ardından hızla başlık değiştirip, izleyen günlerde “TETİKLER Mİ?” başlığıyla dehşet üreten medya; birkaç komedi
dizisi, programı, film dışında, -“abla”nın
uzun zamandır en çok mute düğmesini kullandığı kumandasına karşın yıldırıcı- TV
yayıncılığının mide bulandıran çığırtkanlığı; kaşığın kavanozun ağzına
takılmasıyla saçılan çay… En çok da, başta kendisi, aymazlık: Günbatımını izlemekten zevk alırken –bunca farklı zihniyetin aynı bedende nasıl barındığını “abla”nın aklı
almaz- boş bira şişeleriyle midye dolma kabuklarını, sigara izmaritlerini
geride bırakmak; şehirden kaçıp yeşil için, deniz için gelirken ardı sıra betonu
sürükleyip caanım bahçeleri sökerek toprağı, -açık kalp ameliyatı yapılacakmış gibi- “tertemiz” seramikle döşemek;
sağlık sorunları gün gibi ortadayken, kahvaltıdan kalkmadan öğlen, öğle sofrası
toplanmadan akşam “ne yiyeceğiz?”
derdine düşmek; “abla” gibi eski enerjiye, düzenine, birbaşınalığına yapışıp –bir yandan güvenden dem vururken, eldeki
bir kuş daldaki iki kuştan yeğ korkaklığıyla- yeninin sonsuz olasılıklarına
sırt çevirip görmezden, kulak üstüne yatıp büyük iyiliği duymazdan gelmek…
Elceğiziyle yonttuğu kendi yargılarından mamûl
çubuklarını, başkalarının yargılarıyla sıkıca perçinleyerek, zeminini özgürlüğünü
yitirme korkusuyla döşediği kafesinin, dışına çıkma çabasını gayretle sürdüren
“abla”nın mantraları: “Her şey yolunda; güvendeyim,
özgürüm.”
Yalnızlık korkusunun, tüketimin bir aracı olduğunu
keşfedeli, gitgide, kendi kalabalığının eşsiz tadına varan “abla”, şehirden
kopuşunun –bir bitişin enerjisini
taşıyan- dokuzuncu yılında, başlangıç ayarlarına dönmekte olduğu
düşüncesinde. Bunda, 2006’dan bu yana gazete okumayıp, haber izlemeyişinin de
etkisi var elbet; kardeşleriyle, kızıyla ilişkilerinde çok daha sakin, kaçındığı
insan sayısı hiçten az. “Tanrı’nın yarattığı
her şey iyi, güzel, doğru ve her şey sebep sonuç bağlantısı içinde tam olması gereken
yerde ise,” diye düşünür “abla”, “sebeplerini
değiştiremediğim şeyler için niye üzülüp öfkeleneyim?”
0 Yorumlar