50 yıldır sizinleyiz sloganıyla, 50 yılda ülkenin her yöresinden zahter, şıra, kızılcık, gelincik, gül şerbeti, turşu, koruk, şalgam suyu gibi çiçek meyve sebze tahıldan mamûl, kendine özgü bin bir içeceğini silip süpürmüş gazlı içecek markasının, becerikli reklamcı elinde şekillenmiş dokunaklı TV filmine gözü takıldıkça “milliyetçilik” konusundaki ısrara gülesi gelen “abla”, İstanbul’daki yükseköğrenimi sırasında, en masumu kurt başlı muştalarıyla yarattıkları dehşete yakından tanık olduğu sarkık bıyıklı gençlerin bir alt kuşağına, yine de, kötünün iyisi diyerek sözbirliği ettiği komşuları gibi, son iki seçimde oy verir.
“Abla”nın fedakârlığı sonuç vermez; partisinden ziyade borç içindeki belediye bütçesini selamete kavuşturmasıyla öne çıkmış beyefendi aday, belediye başkanlığını az farkla iktidar partisi adayına kaptırarak beldede hayâl kırıklığı yaratır. Ertesi sabah pazara inenlerin, arabada yarattıkları, gençlerin hırçın itirazlarıyla karışık yaşlıların mütevekkil “hayırlısı…” curcunasına, köyden, ufak tefek 60’lı yaşlarda Küçük Zeliha son verir; “biz halkız” der, “bizim herkesle, her yerde işimiz olur”.
Manzara belli olup, sonuç vermeyen itirazlar yapılırken havaya sinen gerilime dayanamayan “abla” dikkatini dağıtmak, daha da çok İzmir’in Tahtakalesi Kemeraltı’nı keşfetmek üzere, 2014 yılı Nisan’ının ilk günü, beyazlar giymiş iki kadının, sağ arka tekerlekleri altında kaldıkları iki otobüs tarafından ezilişi ama hiç zarar görmeyişi, beyaz giysilerinin bile tertemiz kalışı rüyasından dehşet içinde uyanıp hazırlanır, 8:00 servisiyle Karaağaç'a, oradan da 8:40'ta İzmir'e yollanır.
Yörenin otobüs firması Sebat’ın 11:30'da, metro durağı Egekent'te indirdiği “abla” hemen, aynı otobüsten inen bir öğrenciye yapışır. Büyük şans, o da Konak'a gitmektedir; “abla”ya İzban kartı aldırır, yükletir, birlikte Halkapınar'dan aktarmayla 12:30 gibi Konak Meydanı'na ulaşırlar. Uzun yol boyu yaptıkları kısmen ezoterik derin sohbet sonucu neredeyse akraba olmuş ikili vedalaşır, ayrı yönlere uzaklaşırlar. Bu genç öğrenci, araçların duruş kalkışları sırasında zarifçe uyarıp şefkatle kolladığı “abla”ya kalırsa, Yeni Dünya’yı şekillendirecek, güzel “yeni insan”lardan biri.
İzmir'in Tahtakalesi Kemeraltı, Tahtakale'nin üçte biri kadar olmakla beraber 250-300 TL'lik alışverişle –hediyelere iliştirilmek üzere iyi dileklerin yazılabildiği, kendi tasarımı minikartları üretirken kullandığı, boncuk, metal, ip türünden- acil ihtiyacını görse de, “abla”ya kalırsa, hem çeşit sınırlı hem de pahalı. Şenlikli sokakların açıldığı meydancıkların birinde mola verip bol aksesuarlı nefis döner de yedikten sonra işi 14:30 gibi biten “abla” yine metro ile Halkapınar'dan aktarma yapıp bu kez, yolun daha ucuz ve kısa olduğunu öğrendiği Aliağa'ya döner.
İzmir otogarından 16:00'da çıkan aracına Aliağa'dan 17:00'de binmeden önce Sebat yazıhanesinde beklerken, burunlu Austin otobüslerin süslediği 1930'lu yıllara ait eski fotoğraflarla dolu büyük çerçeveyi incelediğini gördüğü “abla”ya, firmanın kurucusunun oğlu 86 yaşındaki filinta gibi bey, "bu ben, bu babam" diyerek tek tek anlatır; sözlerini bağlarken de, "Kamil Koç'un elinde belge yok, kızları öyle diyor ama” der, “babamın ehliyeti 1925 tarihli, biz daha eskiyiz".
Karaağaç’ta inip taksi ile 19:00'da eve vardığında, Sarman’ın sevecenliği ve giderken ağız kısmına lastikle 10TL tutturduğu boş damacananın dolusuyla karşılanan “abla”nın günübirlik İzmir macerası başarıyla sonuçlanmıştır.
İlkokul ikinci ve üçüncü sınıf öğrencisi olduğu 60’ların sonlarında, babasının Niğde Aksaray’daki kaymakamlığı sırasında kim bilir kaç kez gidilmiş Ihlara Vadisi’nin en bâkir zamanına ait anılardan aklında hiç bir şey kalmamış “abla” epeydir Kapadokya, Kapadokya… diye sayıklamaktayken kızı ile damadı Nisan sonu birkaç günlük boşluk ayarlayıp Kapadokya’yı görmeye niyetlenirler.
“Tahtakale’ye uğrarım, bir de damadın ofisine kapılanan bebek kediyi severim” türünden planlarla Kapadokya grubuna katılmak üzere İstanbul’a varan “abla”, burada, allak bullak edici bir deneyim, adını koyamadığı bir şey yaşar.
2014 yılı Nisan’ının 23. Günü, çarşılar kapalıdır deyip bebek kedi sevme planını öne alan “abla” kızına takılır damadın Cihangir’deki ofisine varırlar. Çalışanlardan biri, bebek kedinin gömleğinin koluna girip uyumaya bayıldığı, kabarık saçlı genç bir adam, “abla”yı karşılaştıkları ilk andan başlayarak, tuhaf ve çok güçlü biçimde etkiler. Yüzüne, gözlerine bakamadığı, sırtı –bereket!- kendisine dönük çalışmakta olan gencin çevresinde belirip kaybolan, gözüyle görmediği ama rahatça resmedebileceği, tırtıklı kenarları birbirine geçmiş, biri turuncumsu diğeri yeşil iki parlak renkli alana “abla” parmak uçlarıyla dokunabilse, sanki gizem çözülecek! Sonraları bu muhteşem enerjinin, bir ihtimal “yeni insan”ların taşıdığı türden yüksek frekans düzeyiyle bağlantılı olabileceği fikrine varsa da “abla”, ofisten ayrılıp kardeşi ve arkadaşıyla buluşmaya gittiği Hayat Meyhanesi’nde ayrılık acısı ile aynı frekansta olsa gerek çok yoğun bir acıyı,-rakının sağaltıcı desteğine karşın- kalp çakrası*nda ağır biçimde yaşar. Dönüşlerinde kızıyla damadına bu karşılaşmayı, varlığı fark edilmeyen cam kapıdan hızla geçmeye çalışmak gibi diye açıklar.
Ertesi gün yağmurda Tahtakale’de alışveriş ederken, bir sonraki gün yola çıktıkları Kapadokya gezisi boyunca “abla”ya eşlik eden, aşkı aşan muhteşem duygu, kalp çakrasındaki ayrılık benzeri acı yanı sıra, aklında da çınlayıp duran “bu neydi?” sorusu.
Kemeraltı Çarşısı:
http://tr.wikipedia.org/wiki/Kemeralt%C4%B1_%C3%87ar%C5%9F%C4%B1s%C4%B1
Kemeraltı görselleri:
*kalp çakrası
2 Yorumlar