Banner

Almanak



Kış günleri. İki günde bir, gri bir gökyüzü, gri bir yeryüzü ya da yağmur.

Yok şikayet olsun diye değil. Aslında şikayet edecek bir kış olmadı bu sene. Yani şimdiye kadar.

Dışarı çıkmayı canınız istemez. Soğuk, ıslak. Evde, ya bilgisayar başında, ya da bir şeyler okumak. Ama hep hareketsiz de olmaz. Ne yaparsınız?

Hmmm. Çalışma odasında dolaplar, çekmeceler yine kapanmaz halde. Aradığınızı bulamıyorsunuz, aramadıklarınız ise devamlı elinize dolaşıyor. Haydi bir cesaret. Kolları sıvayıp girişirsiniz işe. Ve dolabın daha üçüncü rafını ayıklayıp, atılacakları ayırıp, rafta ortaya çıkan ferahlığa sevinmeye başlarken, bir almanak (yıllık) geçer elinize. Liseyi bitirdiğiniz senedeki okul almanağınız.


Kapağını kaldırır, o zamanki okul müdürünüzün, iyi dileklerini içeren, isminize imzalı ithafını okursunuz. Bir sayfa daha çevirdiğinizde, öğretmenleriniz karşınızdadır. Sonrakilerde sınıf arkadaşlarınız. Yüzler, isimler.. Sayfaları karıştırdıkça, o yüzlerle ilgili çeşitli anılar, sahneler, sözler birer birer belleğinizin ve geçmişin derinliklerinden yüzeye süzülüp, karşınıza dikilirler. Dalar gidersiniz. Okul bahçesindeki kar topu savaşları, yazılı, sözlü sınavlardan önceki telaş,  sınıflardaki şamata, çeşitli arkadaş gruplarınız, hep çarşamba günü yapılan basketbol ve voleybol maçları. Bitmek bilmeyen ders çalışmalar, oflamalar, puflamalar; baharın kışkırtıcı günlerinde toplu halde okulu kırmalar. Neler neler gelir aklınıza, aradan geçen uzun yıllarda unuttuğunuzu sandığınız. Sahi bir yerlerde bir de foto albümü olacaktı o zamanlara ait, nerede o?

Aslında neden dolaplarla haşır neşir olduğunuz çıkmıştır aklınızdan. Albümlerin ve sayısız resimlerin bulunduğu çekmecelere saldırır, lise günlerinizdeki fotoların bulunduğu albümü de bulup çıkarırsınız.

Ha, işte aralarından su sızmayan dört kız arkadaşın okul bahçesindeki kolkola resmi. Hepsi de ne kadar neşeli. Merak dolu bakışlarını objektife dikmişler. Şuradaki sınıfta çekilmiş. Bazı başların arkasına elle yapılmış boynuz işaretlerinden, henüz sınıfa öğretmenin girmemiş olduğu belli. Şu da bir ilkbahar gezisinden. Papatyaların içine serilmiş gençler. Bahar rüzgarı saçlarını, gençlik duyguları yüreklerini darmadağın etmiş. Bu da bir cumartesi okul eğlencesinden çıkışta çekilmiş. Ellerdeki balonlardan, başlardaki kağıttan yapılmış külahlardan belli.

Karma bir okuldu lisemiz. Kızlarla erkekler orta okuldan itibaren ayni sıraları paylaştık hep. Herşeyden önce arkadaştık hepimiz. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş savaşımızda, kız ve erkek arkadaşlar, birbirimizin farklılıklarını bilerek, karşı cinsle normal bir insan ilişkisi kurmayı öğrendik herşeyden önce. Biribirimizle şakalaştık, yeri geldi kavga ettik, yeri geldi biribirimize destek olduk ama biribirimizin, herşeyden önce insan olduğumuzu öğrendik.

Elbet ki ergenlik çağında uyanan duyguların etkisiyle, normal arkadaşlık dışı romantik bağlantılar da oldu. Ama bunlar hep kendi sınıfımızın, hatta okulumuzun dışında gelişti. Kendi sınıfımızda herkesçe bilinen yalnız bir tek çift vardı. Ama zaten onlar da, bizim okula gelmeden, daha çocukluktan biribirini tanıyan aileler içinde sevmişlerdi birbirlerini. Okulu bitirdikten sonra, üniversitede ayrıldıklarını duyduk ve üzüldük hepimiz.

Okulumuz modern bir anlayışla idare edilirdi. Kıyafet kızlarda mavi bir forma, erkeklerde mavi ceket olduğu halde, sene içinde bu kural hayli çiğnenir; en geç, kızlar rengarenk bluzlar, erkekler de çeşitli kazaklar ve renkli atkılarla kılıklarını modaya uydurduklarında; öğretmenler devreye girerek, kıyafetleri tekrar eski düzene çevirirdi. Saçlara, etek boylarına genelde karışılmaz; ancak erkeklerde omuzlara inen saçlarla, kızlarda baş üstünde toplanan gece modelleri ve süper mini eteklerle durum çığrından çıkmaya başladığında, yeniden ayar verilirdi. İki haftada bir cumartesileri moral günü tertiplenir, müziğe yetenekli ve bir alet çalan arkadaşlarımız pop konserleri verirler; bazı öğrenciler düzenli okul gazetesi çıkarır, edebiyat öğretmenimizin idaresinde bir tiyatro gurubu da, her sene birkaç oyun sahneye koyardı.
Ah, edebiyat öğretmenimiz. Okuldaki kızların yarısının hafiften aşık olduğu yakışıklı Nejat bey. Kızlar üzerinde yarattığı etkiyi bildiği halde, hiç farkında değilmiş havasında, ciddiyetle durumu idare ederdi. Zaten hangi öğrenci, herhangi bir zamanda, öğretmenlerinden birine veya birkaçına aşırı hayranlık duymamıştır ki?

Sonra matematik öğretmenlerimizden Fasikül Şükrü. Tabii ki, öğrencilerin de bir kısım öğretmenlerin de takma isimleri vardı. Bu öğretmenimiz, zor cebir, geometri, trigonometri sorularını ve cevaplarını „fasikül“ adını verdiği bir çeşit dergi halinde teksir makinesinde bastırır ve isteyen öğrencilerin az bir para karşılığı satın alıp çalışmalarını sağlardı. Adı da o yüzden „Fasikül“ kalmıştı. Ya Türkçe öğretmenimiz Şecaat Hanım. Hastalık derecesinde titiz  biriydi ve sınıfa girdiğinde katiyen yerine oturmaz, ders boyunca dolaşır dururdu. Notu da çok kıt olduğundan, öğrencilerce adı „Fecaat“ olarak değiştirilmişti. Ben kimya öğretmenimizin ellerine hayrandım şahsen. Okula hep çok şık tayyörler içinde gelen kimyacımız, beyaz saçlarını ensesinde topuz halinde toplardı. Ama en dikkati çeken yeri, hep bakımlı, hep manikürlü olan elleriydi. Ders anlatırken ellerini takibederdim. Galiba o zamanlarda karar vermiştim, ellerimi ve tırmaklarımı hiç ihmal etmemeye ve bugüne kadar da sürdürdüm bunu.

Hiç unutamadığım öğretmenlerimizden biri de fizikçimiz Nasıra Hanımdır.  Ufak tefek, hafif toplu, yolda görseniz dikkatinize çarpmayacak bir kadındı kendisi. Ama bizim gibi, onaltı-onsekiz yaş arası, şehir çocuklarında bulunan bütün cinlikleri bünyesinde barındıran bir haydut topluluğunda yarattığı otorite ise gerçekten görülmeğe değerdi. Diğer derslerde ve hele teneffüslerde, dur otur tanımayan bu gürültücü güruh, Nasıra‘nımın dersi olduğunda, sus pus kesilip, daha kendisi koridorda görünmeden sıralarındaki yerlerini almış olurdu. Derste de çıt çıkmazdı. Bağırıp çağıran, kötü söz söyleyen veya cezalandıran biri değildi. Dönüp bir bakması yeterdi herkese. Otoritesi duruşundan, dersi anlatma tarzından, ses tonundan kaynaklanıyordu herhalde. Bu küçücük kadının, çoğu tepesinden bakan, gerçekten deli kanlılara ve asi kızlara nasıl olup da böyle etki edebildiğini hep kendime sormuş ve cevap bulamamışımdır. Bir keresinde şahsına yönelik bir yaramazlığımızı yakalamıştı ve biz nefesimizi tutup, ne gibi bir reaksiyon göstereceğini korkuyla beklemiştik. O ise, istifinini hiç bozmadan, hatta bıyık altından gülerek: „Sizin gibi sümüklülerin sözünden etkileneceğimi düşünürseniz,  yanılırsınız.“ demişti sadece. Bir daha da hiç kimse ona yönelik sulu bir şakaya kalkışmadı. Nasıra‘nımdı o, işte o kadar.

Yabancı dil öğretmenlerimiz içinde iz bırakanı da, Almanca’cımız Nimet Bey’di. İlerlemiş yaşına rağmen, geç evlenip çoluk çocuğa karıştığı için, altı küçük çocuğu vardı. Bazen onları da okula getirir, sonra boy sırasıyla peşinden gelen çocuklarıyla, bir ördek ailesi gibi ortalıkta dolaşırken hepimizin gülmesine vesile olurdu. Nimet öğretmen, tahsilini İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen önceki yıllarda Almanya’da yapmış olduğundan, Almanları ve Alman ruhunu iyi tanır, bize sık sık anılarını anlatırdı. En sevdiğimiz anısı da,  o yıllarda Almanya’da herkesin sağ elini kaldırarak „Heil Hitler“ (Hayl Hitler  okunur)  avazlarıyla verdikleri selama nasıl katıldığıydı. Nimet öğretmen de, başka türlü davransa tevkif edileceğini bildiğinden, herkes gibi elini kaldırır ama „Hay İtler“ diye bağırırmış. Kimse aradaki farkı anlamadığından da, sonuçta Nimet öğretmen hem paçayı kurtarır hem de gerçek fikrini söylermiş. Nimet Bey gerçekten bir Alman gibi disiplinli, çalışkan, dakik biriydi. Almanca’ya çevirip bizlere öğrettiği Atatürk’ün Gençliğe Hitabesi’nin Almancası da hala ezberimdedir.

Bir başka kimyacımız da, Dirayet Hanım’dı. Yüzündeki yanık izinin, tahsili sırasında geçirdiği bir laboratuvar kazasından kaynaklandığı, kulaktan kulağa anlatılırdı. Yaz kış giydiği çok renkli kıyafetleriyle tanınır, çok yumuşak huylu olup, öğrencilerin tepesine çıkmasına izin verdiğinden de, disiplin taraftarı bazı öğrencilerce acımasızca „Dirayetsiz“ Hanım diye de anılırdı.

Başka kimler yoktu ki. Başka bir yakışıklımız Sanat Tarihi ve Resim hocamız, sinirli müzikçimiz, sevecen Biyoloji öğretmenimiz, sert tarihçimiz. Her biri bizlerin biçimlenmemize katkıda bulundular şüphesiz.

Ya arkadaşlarımız? Adını „Tayyare“ diye değiştirdiğimiz Tayyar, şaklabanımız Ülkü’müz, jönlerimiz Uğur ve Ümit, şairimiz Sacit, astronotumuz Enver, mankenimiz Sevgi, psikopatımız Gülden, sevgi böceğimiz Özen, güzelliğine herkesin hayran olduğu film yıldızımız Leyla. Saymakla bitmez.

Ve sonra, herkesin dolabındaki en güzel kıyafetlerini giydiği veya mali durumu iyi olanların özel elbise diktirdiği mezuniyet balomuz. Kızların, şifon veya taftadan tuvaletlerle, yüksek topuklu papuçlarla; erkeklerin koyu renkli takımlar veya smokin ve kravatlarla katıldığı; dansedilip şarkıların söylendiği; her birimizin yetişkinlik yaşamına tescilli ilk adımlarımız olarak algıladığımız o unutulmaz gece.

Bu almanaktaki gençlerden her biri, o zamanlar kıymetini bilemediğimiz o güzelim çağları arkada bırakarak yetişkin birer insan oldu. Meslek ve ekmek kavgasına girişti. Çocuklara, belki torunlara karıştı. Kimilerinin o güzelim saçları döküldü veya aklaştı, kimileri göbek bağladı, kimilerinin yüzü kırışık doldu.

Yolda karşılaşsak kaçımız bir diğerini tanırız acaba?

 „Hayata beraber başladığımız  dostlarla da yollar ayrıldı bir bir….

Ya öğretmenlerimiz? Kaçı bu dünyayı çoktan terketti acaba?

Okul arkadaşlarım, umarım ki her biriniz yaşamda istediğiniz yerlere geldiniz ve herşeyden önemlisi mutlu oldunuz.

Öğretmenlerim, sizleri sevgi ve teşekkürle anıyorum.  Yaşıyorsanız sağlık ve mutluluk diliyor, aramızdan ayrıldı iseniz, sonsuzluklara en iyi dileklerimi gönderiyorum.

Her biriniz,  hepiniz, yaşamımın değerli bir parçası olarak, bu almanak sayfalarından, o günlerin tazeliğiyle gülümsemektesiniz hala…



Yorum Gönder

0 Yorumlar