Yeni dünya, küçük yalnızlıklar - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

3 Temmuz 2013 Çarşamba

Yeni dünya, küçük yalnızlıklar

Karanlık bir yolda yalnız başına yürüyordu Lucian. Uzun bir zamandan beri kimseyi görmemişti etrafında. Aslında neden yürüdüğünü bilmiyordu. Nereye doğru gittiğini de bilmiyordu ama önemsemedi bunları. Etrafında hiçbir şey yoktu belki de sonsuz bir boşluktaydı. Nereye gittiğini önemsemediği, rotasını bilmediği bir zamanda yürümeyi bırakmak istedi. Dursa mesela, hiçbir yere gitmese, hayatı bir kenara bıraksa ve öylece dursa. Sanki her şey onunla birlikte duracakmış gibi beklese. Asla gelmeyecek bir yarını beklediği gibi beklese ama. Hiç sahip olmadığı mutluluğu beklediği gibi beklese sanki ona ulaşmak mümkünmüş gibi sanki elini uzatsa ona dokunacakmış gibi beklese.

Ancak onun bekleyecek hiçbir şeyi yoktu. Dursa mesela, hayat da onunla beraber dursa. Akmasa, zamanı durdurabilse mesela. Herkesi durdurabilse, her şeyi durdurabilse. O yaşamayı istemediği için her şey bıraksa yaşamayı veya vazgeçseler ondan. Hayat bıraksa onun yakasını ve sonunda başarabilse ölmeyi. Nefes alıp vermek yaşamak değildi aslında. Belki de yaşamak gülümsemekti, mutlu olmaktı belki. Sevmekti, sevilmekti aslında. Onu kimse sevmiyordu ve sevdiği tek varlık elinden alınmıştı. Yaşamanın ne anlamı kalmıştı ki, dursa o, bir daha hiç hareket etmese. Ölümdü belki de isteklerinin sözlüklerdeki karşılığı.

Bir sure daha oturduktan sonar tekrar ayağa kalkmaya karar verdi. Bunu neden yaptığını bilmiyordu aslında. Belki hala içinde bir parça umut kalmıştı belki içinde içinde büyüttüğü nefret onu kontrol etmeye başlamıştı. Belki de sadece bedeni artık küçük bir intikam ateşiyle yanıyordu. Belki de damarlarında artık nefret akıyordu.

Karanlığın içinde biraz daha yürüdükten sonra kendini yıkılmış bir evin içinde buldu. Orayı çok iyi biliyordu. Kaçmıştı bir gün herkesten ve o unutulmuş taş eve saklanmıştı. Gitmek istiyordu aslında, herkesi bırakıp çok uzaklara gitmek istiyordu. Ancak kaçamıyordu o, gidemiyordu uzaklara. Öyle bir hayatı vardı ki onun gölgesinden daha yakın duruyordu ona. Kaçtıysa bulunurdu o. Bulunduğu zaman cezalandırılırdı. Kemikleri kırılabilirdi mesela onun veya günlerce aç bırakılabilirdi. Hatta eski bir ambara kilitlenip orada kurumuş buğdayları yemek zorunda da kalabilirdi. O hep cezalandırılırdı ama sebebini bile bilmeden. Niye diye sormak onun hakkı değildi. Yaşıyordu ve onun ölmesi gerekiyordu.

Duvardaki taşlardan birisinin yerinden oynadığını fark ettiğinde onu hareket ettirmek istedi ancak o kara taşa dokunduğu zaman ev yıkılmaya başladı. Önce o hiçliğe gitti anlam veremeyen bir şekilde etrafına baktı. Daha sonra bir daha geçti ve kendini tekrardan şövalyenin yanında uzanırken buldu.

Yattığı yerden doğrulmak istedi ama yapamadı. Bedenini bir acı dalgası kapladı ve şiddetli bir şekilde inledi. Onun sesini duyan şövalye yanına geldi hızlı bir şekilde ve acele etmemesini söyledi. Elini göğsünün üzerine koydu ve “endişe etme yanında ben varım” dedi. Bu duyan çocuk hareket etmeyi bırakarak tekrardan uzandı. Her şey o kadar hızlı olmuştu ki nerede olduğu ne yaptığını bilmiyordu. Onu neden öldürmediklerine dair hiçbir fikri yoktu. Bir ormanın içindeydi ve şövalye hemen yanındaydı. Beyaz zırhını çıkarmamıştı hiç. Kılıcı belinde asılı durmaya devam ediyordu.

Ağaçlara baktığı zaman ormanın oldukça içlerinde olduklarını fark etti. Ağaçlar neredeyse gökyüzüne kadar uzanıyordu, ağaçlara bakarak her birinin yüzlerce yıl yaşadığını tahmin edebilirdi. Toprağın üzerinde küçük çiçekler vardı ve yer yer çimle kaplanmıştı. Çiçeklerin ormanın içinde sıklıkla bulunduğunu biliyordu. Bu bilgilerden yola çıkarak köyden oldukça uzakta olduğunu tahmin etmişti.

Bu esnada şövalye kamp için yaktığı küçük ateşin yanında bir şeyler pişiriyordu. Lucian’ı sakinleştirdikten sonra tekrardan ateşe dönmüştü. İki tane tavşanın derisini yüzmüştü daha sonra onları ateşin üzerine koyup pişirmeye başlamıştı. Lucian uyandığında burnuna tavşanın lezzetli kokusu geldi ve o an ne kadar acıkmış olduğunu fark etti. Yerden destek alarak oturur vaziyete geçti ve şövalyeye doğru eğildi. Daha sonra onun omuzunu tutarak ondan güç aldı. İsminin ne olduğunu söylemişti acaba, hatırlayamaması ne kadar kötüydü.
Şövalyenin omuzunu tuttuğu zaman başını çevirip ona doğru baktı ve “daha iyi olduğu görüyorum. Güzel bir haber bu” dedi gülümser bir şekilde. Bu açıdan baktığı zaman onu daha detaylı inceleyebiliyordu. Yüzünde çizikler oluşmaya başlamıştı demek ki orta yaşlara yakındı. Siyah saçları omuzlarına kadar uzanıyordu. Siyah gözleri biraz derindeydi sanki. Sürekli düşünüyormuş gibi bir havası vardı. Bakışları sert ve keskindi. Yüzünde ve boynunda savaş yaraları vardı. Ancak bunlardan rahatsız olmuyor hatta onları gururla taşıyor gibiydi. Bıyıkları çenesine kadar iniyor ve çenesinden aşağıya doğru biraz daha devam ediyordu.

Şövalyeyi bir an boyunca inceledikten sonra karnından gelen gurultular ile tekrardan tavşanın pişmesini izlemeye başladı. Tavşanın pişmesi fazla uzun sürmedi. İlk tavşanı alıp Lucian’ın önüne koydu ve yanına bir parça peksimet bıraktı. Lucian gözü dönmüşçesine tavşana saldırdığı sırada şövalye ona bakıp kısa bir kahkaha attı. Bu anda Lucian ona doğru bakıp utangaç bir şekilde boynunu eğdi ancak şövalye başını iki yana sallayarak önemsiz olduğunu belirtti. Sanki yıllardır hiç et yememişti o. Aslında böyle olmuştu ailesi onu ambara kapattığı için et oldukça lüks bir yemekti ona göre.

Yemeği bitirdikten sonra Lucian elini karnınızın üzerine koydu duyduğunu belirtmek için. Daha sonra gülümser bir şekilde şövalyeye dönüp teşekkür etti. Bir süre boyunca bakıştılar. Daha sonra şövalye Lucian’a dönüp “sana neden saldırdılar?” diye sordu.

Lucian bir süre boyunca sustu, hiçbir şey söylemedi. Yüzü hayalet görmüş gibi beyazladı bir anda. Daha sonra şövalyeye baktı ve ona borçlu olduğunu düşündü. Daha sonra konuşmaya başladı “çünkü benden nefret ediyorlar.”

Şövalye için bu cümle çok açıklayıcı değildi ve ondan neden nefret ettiklerini sordu. Lucian konuşmaya çok istekli değildi aslında. Konuşmaya başladığı zaman şövalye şaşırmıştı “Çünkü benden korkuyorlar. Yıllarca işkence yaptılar bana. Daha küçük bir çocuktum ambara kapattılar beni. Geceleri fareler ısırdı beni, aç bıraktılar. O kadar nefret ediyorlardı ki benden yapabilseler öldürebilirlerdi. Sebebini bilmiyorum ama öldürmediler. Kimsem yoktu benim.” Son cümlesini söylerken yüzüne bir acı ifadesi yerleşti. Konuşmak için yutkundu sonra gözlerinin etrafında biriken yaşları sildi.

Şövalye onu dinlerken gördüklerini aklından geçiriyordu. Özellikle bütün köyü kaplayan o yangını unutması pek mümkün değildi. Sonra köylüler saldırdıklarında onlara çarpan kayalar vardı. Bunların hepsinin bir açıklaması olmalıydı ve “o yangını sen mi çıkarttın?” diye sordu. Lucian gururlu bir şekilde cevap verdi sözleri kısa ve keskindi “evet.” “Onları nefretlerinde yakmak istedim.”

- Ancak seni öldüreceklerini biliyordun
- Ölümden korkmuyorum ki ben, o şekilde yaşamaktansa ölmeyi yeğlerim
- Kimsen yok muydu peki senin?
- Yoktu, arkadaşlarım vardı sadece benim. Onları da kimse bilmez, kimse göremez.
- Kimse göremez derken?
- Onları kimse görmedi hiç. Sadece ben gördüm, sadece ben bildim.

Çocuk cevapları seri bir şekilde verdikten sonra bir süre boyunca durdu şövalye. Ezbere konuşuyordu sanki. Bu şekilde gerçekleri öğrenebilme ihtimali yoktu. Özellikle çocuk her soruyu hızlı ve kısa cümlelerle cevaplayınca ondan bir şeyler öğrenme ihtimali yoktu. Onunla yaptığı kısa konuşma aklına başka sorular getirmişti. Ancak o sorular biraz daha bekleyebilirdi özellikle çocuk hala kendini toparlayamamışken onun üstüne gitmenin anlamı yoktu.

“İstersen biraz daha uyu sen” dediğinde çocuğun yatmasına yardımcı oldu. Bandajlarını kontrol etti kanama var mı diye ama kanama olmadığını gördüğünde mutlu bir şekilde onun yatmasına için yalnız bıraktı. Ateşle oynamaya devam ederken akşam vakti yaklaşıyordu. Zihninde soruları dolaşırken yanında kıvrılıp uyuyan çocuğa baktı. O yangını o çıkartmış olamazdı, yüzündeki masumiyete baktığı zaman onun karıncayı bile incitemeyeceğini düşünürdü. Ancak konuştuğu vakit cümlelerindeki soğukkanlılık ve gözlerindeki o nefret ona bakışını değiştiriyordu. Peki o kadar büyük bir yangını nasıl çıkartabilmişti ve orada olanların bir açıklaması var mıydı?

Bir süre sonra şövalye sırtını ağaca yasladı ve gözlerini kapattı. Zihninde sorular dolaşırken aklını onlardan uzaklaştırmaya çalışıyordu. Gece uzundu ve orman tehlikelerle doluydu. Tetikte olmalıydı. 

Resim: Aquasixio 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar