Bir Kadının Gözyaşı |
Baş rolde favori Fransız oyuncularımdan Audrey Tautou olunca hiç düşünmeden koltuğuma oturdum. François Mauriac’ın 1927 tarihli aynı adlı romanından Claude Miller uyarlamıştır. Film daha önce 1962 yılında da uyarlanmış. 2012 yılında ölen Claude Miller’in çektiği son film olarak tarihe geçmiştir. 114 dakikalık Fransa yapımında Tautou’ya Gilles Lellouche ve Anais Demoustier eşlik ediyorlar. Dram, 2012 Cannes Film Festivali’nin kapanış filmiydi.
Therese Desqueyroux, mantığıyla hareket eden, özgürlüğü uğruna her şeyi göze alan varlıklı bir aileden gelen genç kızdır. Küçüklüğünden beri Bernard ile evlenmeyi hayal eder. Bu bir aşk mı yoksa iki ailenin varlığının birleşmesi için bir girişim mi; net değildir. Başlarda iyi giden evlilik zamanla ikilinin arasında ciddi kopukluğa sebep olur. Therese çıkılamayan bir sürece girmiştir. Artık özgürlüğünü kazanmak uğruna mantık ikinci planda kalır.
Dünya edebiyatında önemli yerde bulunan Therese Desqueyroux (Türkçe adını yazmaya çekiniyorum, filmin mantığına bile uymuyor), sinemada hayat bulmuşken bu güçlü senaryoyla tekrar bir başyapıt olmasını bekliyor insan haliyle. Bekleneni verememesi için ortada iki seçenek var: Romanı okumadığım için filmle paralelliğini bilmiyorum; lakin izlediğim her dakika “Keşke filmi izlemek yerine kitabı okusaydım” dedim. İzlediğiniz karakterlerin o kadar kuvvetli yazıldığını hissediyorsunuz ki filmle sanki zaman kaybediliyor. Film bu duyguyu yansıtmasına rağmen seyirliği tatmin etmiyor, edemiyor. Aslında sorun Claude Miller’da değil, karakterlerde gibi çünkü Therese Desqueyroux diyaloglardan öte kendi kafasının içinde hayatı yaşayan birisi. Sinemada bunu anlatabilmek hiç kolay değil. Eşi Bernard ise düşüncelerini, hayata bakışını daha net gösteriyor. Bernard’da sıkıntı yaşanmıyor. Therese ise soru işareti ve merakla aklınızı kemiriyor.
İkinci seçenek ise Miller, kurgu ve anlatım eksikliği nedeniyle bekleneni sunamamasıdır. Mekan, dekor, kostüm, makyaj tasarımları gayet başarılı. 1920li dönem ve sonrasını çok güzel ele alıyor. Müzik çalışmaları da keza öyküye yakışmış. Diğer yandan, anlatım karakter yoğunluğu nedeniyle tökezliyor. Sürükleyicilik beklenilen oranda değil.
Benim düşüncem ilk seçeneğin ağır basmasıdır. Zira Therese o kadar dolu bir karakterdir ki, mantık evliliğine başvurmuş fakat 1920li yıllarda özgürlüğün peşinden koşmak istemiştir; üstelik bir kadın olarak! Dönem ve kadın özgürlüğü zaten birbirine uyuşmazken, işin içine mantık evliliği sokarak işler iyice karışmıştır. Therese’nin yaşadığı bunalım öyle bir aşamaya geliyor ki bir kadına yakışmayan şeyler yapıyor. Kadına yakışmaz; zira o dönemde (aslında şimdi bile aynı) sessiz sedasız evinde durur, çocuk büyütür, eşine sadık şekilde hizmet eder; özetle kendini ailesine adar. Therese bunu yapamadığı için eşiyle ciddi sorunlar yaşar. Birey olarak istediklerini yapabilme arzusu içinde kadın kimliği onun ayağını tökezletir. Tabi fark ettiyseniz tüm anlattıklarım senaryo, daha doğrusu kitapla ilgilidir. Filmin bu öyküye kattığı sürükleyicikliğe ben ulaşamadım.
IMDB’nin verdiği 6.1 puanı görünce benzer fikirlerde seyirciler olduğunu gözlemleyebildim. Neredeyse her filmini seyretmek için çaba sarf ettiğim Audrey Tautou harika performans sergiliyor. Mimikleri, duruşu, konuşması Therese’yi bize anlatma çabası içinde. Keza kocası Bernard’ı oynayan Gilles Lellouche de en az Tautu kadar etkili; hatta karakterden dolayı onun performansı daha çarpıcı duruyor. Ne yazık ki bu performanslar romanın arkasında kalıyor. Filmin en büyük avantajı sizi kitaba doğru iteklemesidir.
http://seyirci-koltugu.blogspot.com/
http://seyirci-koltugu.blogspot.com/
2 Yorumlar