Adam caddenin ortasında durmuş etrafına boş gözlerle
bakıyordu. Kıpırdamadan etrafını inceliyor ve neler olup bittiğini anlamaya
çalışıyordu. Gördüklerinin gerçek olma ihtimali yoktu. Bir rüya görüyor
olmalıydı. Kâbusa çalan bir rüyanın içinde, kapana kısılmış vaziyette
olmalıydı. Bu kâbustan uyanmanın en kısa zaman içerisinde bir yolunu
bulmalıydı. Böyle bir hayata kesinlikle tahammülü yoktu. Nasıl olurda herkes…
Sokağı bolu boyunca birkaç kez katletmişti onca
zaman boyunca koşmaktan dolayı nefes nefese kalmış ve nelerin olup bittiğini
anlamak için durmaya karar vermişti. Herkes olamazdı. Mutlaka bir yerlerde
farklılık olmalıydı. Bir yerlerde dönüşmemiş birileri kalmalıydı. Eğer bunlar
çok kötü bir kâbus ise uyandığında her şey bitecekti. Belki uzun bir süre
boyunca etkisinden kurtulamayacaktı ama olsun önemi yoktu. Her şey
gördüklerinin gerçek olma ihtimalinden daha iyiydi. Eğer gördükleri gerçek ise
daha fazla yaşamanın, hemen oracıkta ölmenin bir anlamı yoktu.
Etrafından geçen insanlara bakmamaya çabalıyor ama
çabaladıkça kendine engel olamıyordu. Herkes aynıydı! İnsanlara baktıkça
yanıldığının kanıtı olarak farklılıklar aradı. Ancak en ufak bir fark bile
yoktu. İşe yarayacağını bilse uyanmak için kendini tokatlardı. Herkesin yüzü
akmıştı. Vitrinlerin camlarından kendine baktığında bile yüzünün tamamına
yakınının erimiş olduğunu görüyordu. İnsanların yüzündeki tüm detaylar;
gözleri, burunları, kulakları, ağızları akmıştı bir tuvalin ıslanınca akan
boyaları gibi. Eskiden insanlar böyle değildi. Yüzleri vardı, herkes başkaydı.
Eskiden insanın suratına bakarak kim olduğunu anlayabiliyordun ama şimdi bunun
için bir elbiseler kalmıştı geriye. Şimdi neden böyle oluyordu? Mantıklı bir
açıklama olmalıydı.
Bir süre önce herkes normalken bir şeyler olmuş olmalıydı.
Neydi onlar? Neler olmuştu? Cevapları öğrenmek istediği kadar korkuyordu
yaşadıklarının kâbus olmamasından. Şimdi düşünmeli ve cevaplara ulaşmak için
geriye doğru gitmeliydi. Zamanın bir yerinde kırılma noktası olmalıydı.
Her şey bir Perşembe akşamı başlamıştı çok iyi
hatırlıyordu. Aslında her şeyin başlaması o perşembeye denk düşmüyordu. O gün
tüm hayatı farklılaşmaya başlamıştı. Hayatındaki bazı kalıplar o Perşembe
yıkılmıştı. O kadar şiddetli bir yıkım olmuştu ki tüm inançları birkaç saniye içerisinde
yerle bir olmuştu. Öyle bir duruğa gitmişti ki inandığı tüm kavramların içi
boşalmıştı. Öyle bir andı ki gerçeği kalmamıştı artık ve öyle bir andı ki tüm
hayalleri tuzlu buz olmuştu.
O zamanlara geri dönüp yaşadıklarını tekrardan
deneyimlediği zaman içindeki boşluğun büyüklüğüne tanıklık etti ve sonrasında
geçen süre boyunca kendi içine çökmeye başladı. İçindeki boşluk giderek
artarken yaşadıklarının kâbus olması gerektiğini tekrarlıyordu kendine.
Biraz zaman geçtikten sonra her şeyin o Perşembe başlamadığını
fark etti. Her zaman daha öncesi vardı. Hatıralarında geçmişine doğru yolculuk
yaptıkça değişimin mihenk taşlarını daha rahat görebiliyordu. İsimler, olaylar
sürekli olarak değişse de sürekli olarak eksilmişti. Kendisini “daha fazla
biliyorum” diyerek kandırsa da aslında bildiği gerçeklerin sayısı azalmıştı. Nasıl
parçalar halinde döküldüğünü anımsaması gününün ve yarınının yitikleşmesini
hızlandırıyordu sadece.
Hayatını üzerine kurmaya çabaladığı değerlerin
aslında hiç var olmadığını anlaması hayatının temelsiz bir gökdelen gibi
yıkılmasını sağlamıştı. Belki de onca zaman devrilmiş hayatına tutulmaya
çabalamıştı. Hayatına yalandan destekler verip fazladan bir günü umut etmişti.
Şimdi ise hayatı devrilmiş ve enkazın altında kurtulma umudu olmadan yatıyordu.
Merak ettiği tek şey ise hayatının duvarlarına ilk kimin vurmaya başladığıydı.
İnsanlar geçti hatıralarının arasından. Başka
insanlar başka yönlere doğru gittiler. Hepsi giderken ondan parçalar aldı.
Hepsi kendinden bir boşluk bıraktı. Sonra boylukların üzerlerine dantelli
örtüler örttü. Her şeyin daha iyiye doğru gittiği yalanını sürekli olarak
tekrarladı kendine. Bir adam tanımıştı zamanında. Delirmişti belki akıl
hastanesinden kaçmıştı. Sözleri başlarda anlamsızdı ama şimdi onun her kelimesi
yüreğine saplanıyordu. “Her şey sahte” demişti adam “herkes sahte.” Onu bir
daha görmemişti. Belki akıl hastanesine geri kapatılmıştı belki kaybolmuştu
hayatta. Gidecek bir yeri olmadığını anladığında onu daha iyi anlayabiliyordu.
O şu anda nerede ise orada kendine de bir yer bulabilmeyi diledi ve “her şey
sahte” diye tekrarladı içinden.
Yaşlı adamın hatıraları onu başka bir yere doğru
sürüklemişti. Vaktinde bir kız tanımıştı hani tüm sorularının cevaplarını
biliyorum gibi davranan kızlar vardı ya aynı öyleydi ve tüm sorularının
cevaplarını bilen kızlar gibi asla konuşmazdı. Canının çokça sıkkın olduğu
zamanlardan birinde görmüştü onu. Zaten sadece bir kez görmüştü onu. Olayları hatırlamıyordu ama çok yalnız
hissettiğinden emindi. Saat gece yarısını geçmişti ve o sahil kenarında bir
banka oturmuş şehri seyrediyordu. İşte o zamanlardan birinde kız gelip yanına
oturmuştu. Hiçbir şey söylememiş sadece “anlat” demişti ve içindekilerin
hepsini anlatmıştı ona. Hatırlıyordu saçları kahverengiye çalan bir kızıl gözleri
siyaha çalan bir yeşildi. Kızın cevabını hatırlayınca midesinden asitli bir
sıvı boğazından yukarıya doğru yola çıkmıştı. Demişti ki “kendi zihninde iki
kişi olmadığın sürece hep yalnız kalacaksın alış buna” ve gitmişti bir daha
dönmemek üzere. Onunla biraz daha fazla konuşabilmeyi uzunca bir süre
düşlemişti.
Durmuş olan zaman akmaya başladığında daha fazla
dayanamayacağını anları ve arka sokaklardan birisine girdi. Tek amacı daha
fazla yüzsüz insan görmemekti. Aslında ilk başta evine gitmeyi, kapıyı kilitlemeyi
ve tüm aynaları kırmayı planlamıştı. Ancak evine geri dönemeye cesaret
edemeyecek kadar uzaktaydı. Sokağın derinliklerine doğru ilerledikçe gürültü
azalıyordu. Ne zaman karşıdan birisi gelse bakışlarını başka yöne çeviriyor,
duvarları seyrediyordu. Kimsenin olmadığı bir yere gitmek mümkünse oradan geri
dönmemek istiyordu.
Sokakta bir süre daha devam ettikten sonra kimsenin
olmadığı bir park gördü. İçlerinden en fazla yıpranmış olan banka oturdu.
Gördüklerini unutmak veya hatırlamaya çalışmak hiç kolay değildi. Oturduğu
yerde hafifçe öne doğru eğildi ve başını ellerinin arasına aldı. Dirseklerini
bacaklarına dayamıştı ve tekrardan geçmişinin karanlık sokaklarına geri döndü.
Tahminlerine göre her şeyin başladığı yerdeydi. O
anda her ne yaşadıysa onlar tüm geleceğini etkileyecekti. Bir başlangıç noktası
varsa eğer neresi olduğunu çok iyi biliyordu. Kaç yaşında olduğundan çok emin
değildi. Belki 3 belki 4 yaşında olmalıydı akrabam dediği o insanlar tarafından
yüzüstü bırakıldığında. O zaman kimseye güvenemeyeceğini anlatmıştı ona hayat.
Hayatı boyunca ne olursa olsun unutamayacağı bir dersti bu.
Daha öncesi vardı elbette. Hastalıklar ve onların
yüklediği sorumluluklarla çok erken karşılaşmıştı. Bir insanın hayata bakışını
en rahat şekillendiren şey hastalıklardı. Onlar hayatın öğretmek istediğini
kısa yoldan anlatması gibiydi. Hayat ona tuğlalar vermiş ve o tuğlalardan
kendine evler yapmıştı. Elinden geldiği kadar istediği gibi olmuştu hepsi ama
şimdi istemediği bir yerde tüm evlerin yıkıntılarının yanında duruyordu.
Bu farkındalık ilkokulda da devam etmişti. Kimseye
güvenmediği için arkadaşı yoktu. Birkaç kişi vardı onlar da sırlarını
başkalarını ifşa edip duruyordu. Bir yerde durup bir kelime söylüyor ve başka
bir yerde aynı kelimeyi işitiyordu. Kimseye güvenmemesi gerektiğine bur başka
örnekti bu.
Böyle yaptıkça ne arkadaşı ne de dostu oluyordu.
Başlarda sorun değildi ama yalnızlığı anlayabilecek yaşa geldiğinde ne kadar
büyük bir eksiklik olduğunu anlamaya başlamıştı. Konuşup dertleşebilecek insanlara
ihtiyacı vardı. Bildiklerini unutmadan ise bu oldukça güçtü ve bir şekilde
unutmanın yolunu bulmuştu.
Zaman ilerledikçe hep daha fazlasını öğreniyor ve
her defasında unutmanın o sihirli formülünü kullanıp devam ediyordu. Yaşamanın
başka bir yolunun olmadığını çok iyi biliyordu. Elbette unutamayacağı olaylarda
oluyordu. Âşık olduğu ilk kızın onu nasıl ve neden reddettiğini unutmanın her
hangi bir yolu yoktu. Bütün o “arkadaş kalalım biz” cümlelerini tarihten
silebilecek herhangi bir güç de yoktu.
Arkadaşları oldukça ihanetler başlamıştı. İhanetler
yalanları gün yüzüne çıkarmış ve tekrardan kime nasıl güveneceğini şaşırmıştı.
Devam edebilmek için bunu da unutması gerektiğinin farkındaydı. Bunun içinde
“sadece bazı insanlar böyle” diyerek kendine bir başka yalan söylemiş ve o bazı
insanlardan uzak durmaya çabalamıştı. Ancak o bazı insanların kimler olduğunu
anlayamaması büyük bir sorundu. Sürekli olarak hayatına birileri giriyor ve o
birileri “bazı insanlar” grubunda yer alıyordu.
Öyle bir hayat taşamaya başlamıştı ki her an daha
fazla öğreniyordu. Bu öğrenme süreci kendiliğinden olurken unutmak çok büyük
bir yüktü. O kadar büyük bir yüktü ki unutmaktan vazgeçmiş ve insanları
oldukları gibi kabullenmeye karar vermişti. Bu kabullenmenin sonucunda ise
yalnız kalmıştı. O kadar derin bir yalnızlıktı ki artık kimseyi sevemiyordu.
Herkes oyun oynuyordu ona göre. Oyunları bilirse eğer hepsini kazanabilirdi. Bu
dönemde oynadığı tüm oyunları kazanmıştı ayrıca. İstediği tüm kadınları elde
etmiş, istediği zaman terk etmişti. Aşk bir oyunsa eğer ondan daha iyi oynayan
yoktu. Hamleleri ezberledikten sonra kural koyucu olmaya gelmişti sıra.
Oyunlar, hamleler, kadınlar hepsi çocuk oyuncağıydı artık.
Tek taraflı çıkar ilişkisine arkadaşlık, çift
taraflı olanına ise dostluk diyordu. Oyunlardan o kadar sıkıldığı bir zaman
gelmişti ki bırakmıştı hepsini. Artık oyun yoktu, artık hamle hesaplamak yoktu.
Her şey görüp hiçbir şey yapmayarak bir süre daha geçti. Artık hep ruhsal hem
de fiziksel olarak yalnızdı. İkisi yalnızlık birleştiğinde ortaya çok güçlü bir
duygu çıkıyordu ve bu duygu ona “Hep yalnız kalacağım, kimseyi sevemeyeceğim” dedirtmişti.
Aslında hayatın tek, büyük bir kuralı vardı “asla
büyük konuşma” diye. Büyük konuşunca hayat sarf edilen sözleri yutturmayı çok
severdi. Ona da aynısı olmuştu. Bütün ezberlerini bozabilen bir kadınla
tanışmıştı. Bildiği bütün hamleler boşunaydı ona karşı. Ya Hep kandırmıştı
kendini ya da bu kadın oyunları ondan çok daha iyi biliyordu. O da oynamamaya
karar vermişti. Oyunlar olmadan geçen zaman harikaydı. Çok uzun bir sürenin
ardından birini gerçekten sevmişti. Aşkın gerçek anlamını anlaması da bu
günlere denk düşmüştü.
Hamlelerden uzaklaşmak iyi gelmişti ona. Aşk öyle
bir merhemdi ki geçmişinde ne kadar yara varsa hepsini kapatmıştı. O sabah
evden dışarıya çıktığında ne yapması gerektiğini çok iyi biliyordu. Bir yüzük
alacak ve artık yalnız yaşamak istemediğini söyleyecekti. Yalnız hayatına bir
son vermek istediğini evlenme teklifi ile bitirecekti. Hayatının devamında
onunla birlikte olmak istediğini, sabahları ilk onun yüzünü görmek istediğini
anlatacaktı. Bunun için evden çıkmış ve en güzellerinden bir yüzük almıştı ona.
Teklifi nerede edeceğini düşünerek gezinirken güzel bir restoran aramaktaydı.
Hayatın başka bir özelliği daha vardı. Eğer bir sır
var ise insan onu en olmadık zamanda öğrenir ve yaşam tamamen değişirdi. Akşam
yemeği için dolaştığı restoranlardan birinde evlenmek istediği kızı görmüştü
yanında en yakın arkadaşı ile birlikte. Yan yana oturmuyor ve el ele tutuşmuyor
olsalar bu durumdan rahatsız olmazdı. Sonunda evlenirse eğer nikah şahidi en
yakın arkadaşı olacaktı. Ancak el ele tutuşmaları bir yana kırmızı şarap
içiyorlardı birbirlerine sarılmış bir şekilde. Öpüşmelerini izlerken bütün
kaslarının kasıldığını hissetti. Derinliklerinde bir ses oraya gidip ikisini de
öldüresiye dövmesi gerektiğini söylüyordu. Sesi çok güçlü olan o ses çok
güçlüydü ve ikisinin cansız bedenlerinin yanında durduğunu hayal edebiliyordu.
Onlara vurdukça yüz hatlarının nasıl değiştiğinin fantezisi dolaştı
düşüncelerinde. İçindeki bir diğer ses ise gerçeği öğrendiği için mutluydu
henüz bunu dillendirmeye cesaret edemese de. İçinde ki öfke bedenine sığmakta
zorlanıyordu.
Bir an restoranın girişinde dururken bir diğer an
onların yanına nasıl gittiğini hatırlamıyordu. Sadece en yakın arkadaşının
boğazını sıktığını ve yumrukları kafasına çaptığında çıkan sesi çok net
hatırlıyordu. Arkadaşı gözleri dışarıya çıkmış bir şekilde ona doğru bakarken
ağır çekimde yüzünün kana bulanmasını seyretti. Bir süre sonra kız arkadaşının
çığlıkları arasında onu bıraktı ve cebinden çıkardığı yüzüğü kızın önündeki
kadehin içine attı. Oraya dair hatırladığı en son ses yüzüğün kadehin dibine
çarptığında çıkardığı sesti. Arkasından konuşan kızın ne söylediğini duymamış,
umursamamıştı.
Bu düşüncelerin ortasındayken başını yukarıya doğru
kaldırdı ve etrafına baktı. Gördüğü görüntü saatlerdir kaçmasına sebep olan
şeydi. Herkesin yüzü sanki boyaymışçasına akıyordu. Kiminin yüzünde hiçbir şey
yoktu. Kiminin ise sadece bir gözü veya ağzının bir bölümü vardı. Sadece
çocukların yüzü eksiksizdi. Onların da büyüdükçe akmaya başlıyordu. Hepsi
yüzüne renkli kalemlerle kaş göz çizmişti makyaj yaparmışçasına. Canları
sıkıldığında değiştiriyorlardı. Hayat hiçbir zaman istediği gibi olmamıştı ama
bu çok fazlaydı. Yaşadıklarının üstüne bunlar çok fazlaydı.
Nereye gideceğini bilmeden kimsesiz bir çıkmaz
sokakta duruyordu. Önünü kesen duvara gözlerini dikmiş bir şekilde bakıyordu
iki elini duvara yasladığı sırada. Hızlı ve sert bir şekilde nefes alıyor yumruk
yaptığı elleri ile duvarı yumruklamamak için zor tutuyordu kendini. Hele
kendinin bile yüzünün büyük kısmının akmış olduğunu düşündükçe içindeki nefret
giderek artıyordu.
Tam yaşamının anlamının kalmadığı sırada bir kadın
sesi duydu. “Gel sana zihinde iki kişi olmayı anlatmak istiyorum.” Dönüp
baktığında geçmişinden gelen yüzü akmamış birisini fark etti. Kız ona “hadi
gel, yüzünü geri kazanalım” dedikten sonra onun elini tuttu ve birlikte
yürümeye başladılar.
Resim: Tomasz Alen Kopera
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.