Hiç kimsesi olmayan 1 - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

30 Nisan 2013 Salı

Hiç kimsesi olmayan 1

Güneş dik bir konumda kurak toprakların üzerine doğru düşüyordu. Kurumuş araçların gölgesi hemen altında başlıyor ve bitiyordu. Yer hiç ot yoktu aynı etrafta yeşilin herhangi bir tonunun olmadığı gibi. Orası neresi ise hiçbir yaşam belirtisi bulunmuyordu. Bulutsuz bir gökyüzü vardı bu yüzden güneş ışınları tüm kavuruculuğu ile toprağa düşüyordu. Aylardır belki yıllardır hiç yağmur yağmamıştı oraya. Hiçbir çiçek büyümemiş, hiçbir kuş uçmamıştı. Topraktaki çatlaklar da bu sebeple giderek büyümüştü ve bütün bunların ortasında bir adam ağır adımlarla yürüyordu.

Öyle bir yerdeydi ki adam bulunduğu konumun hiçbir önemi yoktu. Bu yüzden isminin olmaması da önemsizler listesindeydi. Etrafındaki şeylerin bir amacını da yoktu. Amaçsızlık ülkesindeydi belki de. Güneşin yaşam vermek gibi bir amacı vardı normal şartlar altında ama onun bulunduğu yerde amaçsızdı güneş. Yaşam vermekle veya yaşam almakla uğraşmıyordu hiç.  Adamın da bir amacı yoktu kurak toprakları arşınlamaktan başka. Aslında bir rüzgâr esse mesela onu takip etmeyi amaçlar listesinde en üst sıraya yazabilirdi. Ancak orada hiç rüzgâr esmezdi. Hiç güneş batmazdı, hiç gece olmazdı.

Düşünebilecek bir şeyi de yoktu adamın. Mesela geçmişini düşünmeye kalksa bir geçmişi yoktu. Geleceğine dair planlar yapmak istese geleceği de yoktu. Zamansız bir hayatı vardı aslında onun. Nereye gideceği veya ne yapacağı belli olmadığı gibi ne yaptığı veya ne yapacağı da belli değildi. Bu yüzden anlamsızdı onun hayatı.

Elbette onun hayatı hep bu şekilde değildi. Daha doğrusu bir zamanlar onun bir hayatı vardı. Hayatında insanlar vardı, yaşayan insanlar vardı daha doğrusu. Canı çok sıkıldığı için topraktan insanlar yapmaya başlamıştı ve bir zamanlar yaşayan insanların olması önemliydi. O yaşayan insanlar tanıyordu o zamanlarda. Hatta bazılarıyla konuşuyordu bile. Bunları düşünmek, hatırlamaya çalışmak ona acı vermenin ötesinde duygular hissettiriyordu. Hele bir zaman konuşabildiğini bilmek bambaşka bir ıstırap kaynağıydı onun için.

Kurak topraklarda yürürken etrafına bakıyordu. Yıkılmış, terk edilmiş binaları görüyor ve bir zamanlar orada bir şehir olduğunu düşünüyordu. Sanki kocaman bir şehir bir anda yok olmuştu. Tüm yollar kurak topraklara dönmüş, tüm ağaçlar kurumuş, tüm insanlar ise yok olmuştu. Bir dönüşüm vardı onun etrafında, bir yok oluşun tam ortasındaydı. Ancak o an düşündüğü gibi her şey bir anda olmamıştı.

Eğer geçmişini düşünebilseydi ve süreci inceleyebilseydi bunu o da görebilirdi. Önce hayatındaki insanlar kaybolmaya başladı. Bir anda, hiçbir şey yokken insanlar yok oldu. Bir insanın onu terk etmesi veya hayatından gitmesi gibi değildi ama. Onlar hep yok oldu. Hatta öyle bir şekilde yok oldular ki onlar gittikten sonra varlıklarından şüphe etmeye başladı. Kimse bir anda yok olamazdı ama onun hayatına girenler bunu başarabiliyorlardı.

İnsanların bir anda yok olması başka sonuçlar da doğurdu. Mesela giden herkes yanında başkalarını da götürdü. Bir zamanlar sevdiği bir kız vardı mesela. O gittiği zaman en az bin kişi de onu takip etti. Mesela çok yakın bir arkadaşı vardı, onu da yüzlerce insan takip etti. Şehrin nüfusu bu şekilde azaldı hep. Milyonlar yüz binlere, yüz binler binlere, binler, yüzlere ve yüzler onlara dönüştü. On kişinin içinde ailesi vardı, sevdiği arkadaşları ve birkaç kişi daha. Arkadaşlarından birisi gidince ailesinden birileri de gitti. Ailesinden birileri gidince birkaç kişi daha gitti. Birkaç kişi daha gidince ise o tek başına kaldı.

Gidenler sadece insanlar değildi. İnsanlar gittikçe bulutlar da gitmeye başladı. Hayvanlar onları takip etti sonra çiçekler soldu. Bulutlar gidince yağmur yağmayı bıraktı ve ağaçlar kurudu. Sonra terk edilen binalar yıkılmaya başladı. Şehir terk edildikçe yok oldu. İçinde insanların olmadığı bir şehrin hiçbir anlamı yoktu. Bu yüzden şehirde terk etti onu. Sonra her yeri toprak kapladı. Her yeri kaplayan toprak çatlamaya başladı ve çatlaklar büyüdü. Büyüyen çatlaklar daha fazla binanın yıkılmasını sağladı.

Eğer geçmişi hatırlayabilseydi bu dönüşüm sürecini de görebilirdi. Eğer bunları hatırlayabilseydi, yok olan insanları unutmasının sebebinin kendisi olduğunu da anlardı. O insanların hatıralarını yakıyordu çünkü. Onlara dair anıları, ses tonları, kokularını ve diğer her şeyi üst üste koyuyor ve ateşe veriyordu. Kocaman bir alev oluyordu sonra. Alev o kadar büyüyordu ki şehrin bir kısmını da içine alıyordu. Diğer insanların kaybolmasının, binaların yıkılmasının hatta bulutların gitmesinin sebebi buydu.

O bunların farkında olmadan sadece yürüyordu. Eğer bunların farkında olsa geçmişe ve geleceğe yaptığı yolculukların anlamsız olduğunu da bilirdi. Evet, o zamanda yolculuk yapabiliyordu. Defalarca kez gitmişti geçmişe ve geleceğe. Birkaç sene öncesine gitmiş ve değişen bir şeyin olmadığını görmüştü. Birkaç sene sonrasına gitmiş ve aynı şeyle karşılaşmıştı.

Yüzlerce sene öncesine gitmiş ve sadece yıkılan binaların azaldığını, farklılaştığını fark etmişti. Yüzlerce sene sonrasında ise binalar fazlalaşmış ve tekrardan değişmişti. Binlerce yıl öncesinde binaların sayısı iyice azalmış, yükseklikleri alçalmıştı. Binlerce yıl sonrasında ise yükseklikleri artmış ve binalar her yeri kaplamıştı.

Tarihin başlangıcına gittiği zaman birkaç kulübe görmüş, milyonlarca yıl sonraya gittiği zaman ise gökyüzünde evlere tanıklık etmişti. Hepsinin ortak bir özelliği vardı; hepsi yıkılmış ve terk edilmişti.

Sürekli olarak dolaşırdı zamanda. Ancak farklı bir sonuçla karşılaşmazdı. Zaten farklı bir sonuç beklentisi de yoktu. Aslında farklı bir sonuç oluyordu ve o da bunun farkındaydı. Çatlaklar giderek büyüyor ve binalar daha fazla yıkılıyordu.

Geçmişe veya geleceğe gitmesinin neden işe yaramadığını da çok iyi biliyordu. Zamanda değişiklik yapabilmesi için onun bir kimliğinin olması gerekirdi. O var olmalıydı ki var olabilen bir yere, zaman ulaşabilsin. Ancak o yoktu, belki de hiçbir zaman var olmamıştı. Ayaklarının altında bir gölgesi olmasa kendisi gölge olarak adlandırabilirdi. Gölge olmak için gerekli tüm niteliklere sahipti sonuçta. Bir gölgenin hayatı veya yaşamı veya zamanı olmazdı aynı onda olmadığı gibi.

O kadar büyük bir yalnızlığın içerisindeydi ki kocaman bir evrenin içindeki bir toz tanesinden bile daha yalnızdı. Hatta yalnızlığın kelime anlamını yeniden tanımlamıştı o. Bazen yalnızlığı ve ölümü düşünüyor ve aradaki farkları merak ediyordu. Yalnızlık, etrafında kimsenin olmaması ilen ölüm, etrafında kendinin bile olmamasıydı. Yani ölmeye oldukça yakındı çünkü biliyordu ki bir süre sonra güneş onu terk edecek ve önce gölgesi gidecekti. Gölgesi gittikten sonra kendi varlığından emin olamayacak ve o da gidecekti hiçbir yere doğru.

Amaçsızca yürürken güneş daha fazla ısıtmaya başladı. Daha fazla kavurmaya başladı etrafını ve o dizleri üzerine çöktü. Saklanacak bir gölge yoktu yakınlarında ve kendini güneşin kavurucu sarılmasına bıraktı. Güneş onu yakan kollarına aldığı sırada bedeni acı ile doluyordu. Ancak mutluydu o birisinin ona sarılmasından dolayı. Yüzünde gülümsemesi büyürken teni kızarmaya ve kabarmaya başlamıştı.

Bir süre sonra kahkahalar atmaya başladı. Uzun zamandır kahkaha atmadığı için unutmuştu nasıl yapıldığını ama bunu önemsemedi. Uzun zamandır hiç konuşmadığı için sadece hırıltılar çıkarabildi ama bunu da önemsemedi. Sadece gülümsedi. Tahminine göz bebekleri sıcaktan görmeyi bıraktığı sırada etrafı değişmeye başladı ve insanlar gördü.

Bir kız gördü önce. Kahverengi saçları ve büyük bir gülümsemesi vardı onun. Onu gördüğü sırada yağmur yağmaya başladı. Kız ona bir şeyler söyledi, sarıldılar. Sonra başka bir şey daha söylediği sırada kız ağlamaya başladı. Ancak sarılmaya devam ediyorlardı. Bu esnada yağmur şiddetlenip fırtınaya dönüştü. Sonra o kız kayboldu.

Etrafındakiler tekrar değiştiğinde karşısında bir adam oturuyordu. Bir şeyler hakkında konuşuyor ve gülümsüyorlardı. Mutluydular belli ki. Fakat sonra başka bir yerdeydiler ve tartışıyorlardı. Dışarıda kar yağıyordu. O kadar fazla kar vardı ki yürümek neredeyse imkânsızdı. Sonra adamın gittiğini gördü. Çok eski bir arkadaşıydı belli ki.

Birkaç kişi ile birlikte bir yerde oturuyordu bir sonraki sahnede. Etrafında insanlar vardı. Üzüntülü bir şeylerden konuşuyorlardı ki herkes mutsuzdu. Sonra herkes teker teker terk etti onu. Sanki bulaşıcı bir hastalığı varmış gibi. Sanki onun yanındaki herkes ölecekmiş gibi kaçtılar geriye bakmadan. Çiçekler açıyordu oysa. Çiçeklerin açtığı bir zamanda insan terk edilir miydi hiç. Yakışır mıydı bu.

Sonra etrafındaki sahneler, insanlar, hatta mevsimler çok daha hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Artık etrafında nelerin döndüğüne anlam veremiyordu. Sonra her şey birbirine karıştı. Gökyüzünde güneş varken, hava çok sıcakken yerler karla doldu. İnsanların bedenleri ve kafaları, suratları da iç içe girdiği sırada “hayır”  diye haykırdı. Ses tellerinin o an koptuğuna yemin edebilirdi. Tam onda, tüm o karışıklığın tam ortasında her şey durdu.

Artık ne güneş tenini yakıyor ne de başka bir şey hissediyordu. Sadece kafasının patlamaya yaklaştığını düşündü anlam veremediği olayların bitim noktasında. Sonra tekrardan yürümeye başladı.

Dünya karmakarışıktı. Her şey birbirinin içine geçmişti ve o etrafına bakınca ne gördüğünü anlamıyordu. Biraz daha ilerledikten sonra bir kız gördü. Onu daha önce hiç görmediğine emindi. Kızın siyah saçları ve zümrüt yeşili gözleri vardı. Daha sonra gülümsedi ona doğru birkaç adım atarken ve onun omzundan tuttu. Kulağına doğru eğildi ve “herkes gitse bile ben hep seninle kalacağım” dedi. Onu tanımıyordu ama tanımak için her şeyini verebilirdi.

Derken o cümlesini bitirdiğinde her şey normale döndü. Tekrardan şehrin içindeydi ve etrafında insanlar yürüyordu. Sonra onu terk eden herkesi hatırladı. Unuttuğu tüm bilgiler bir anda zihnine doluştu. Sonra ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Hangi gerçeklikte olduğundan emin olamayarak. Bir rüyadan mı uyanmıştı yoksa bir rüya görmeye mi başlamıştı.

Resim: Alexander Kruglov

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar