Güneş dik bir konumda kurak
toprakların üzerine doğru düşüyordu. Kurumuş araçların gölgesi hemen altında başlıyor
ve bitiyordu. Yer hiç ot yoktu aynı etrafta yeşilin herhangi bir tonunun
olmadığı gibi. Orası neresi ise hiçbir yaşam belirtisi bulunmuyordu. Bulutsuz
bir gökyüzü vardı bu yüzden güneş ışınları tüm kavuruculuğu ile toprağa
düşüyordu. Aylardır belki yıllardır hiç yağmur yağmamıştı oraya. Hiçbir çiçek
büyümemiş, hiçbir kuş uçmamıştı. Topraktaki çatlaklar da bu sebeple giderek
büyümüştü ve bütün bunların ortasında bir adam ağır adımlarla yürüyordu.
Öyle bir yerdeydi ki adam
bulunduğu konumun hiçbir önemi yoktu. Bu yüzden isminin olmaması da önemsizler
listesindeydi. Etrafındaki şeylerin bir amacını da yoktu. Amaçsızlık
ülkesindeydi belki de. Güneşin yaşam vermek gibi bir amacı vardı normal şartlar
altında ama onun bulunduğu yerde amaçsızdı güneş. Yaşam vermekle veya yaşam
almakla uğraşmıyordu hiç. Adamın da bir
amacı yoktu kurak toprakları arşınlamaktan başka. Aslında bir rüzgâr esse
mesela onu takip etmeyi amaçlar listesinde en üst sıraya yazabilirdi. Ancak
orada hiç rüzgâr esmezdi. Hiç güneş batmazdı, hiç gece olmazdı.
Düşünebilecek bir şeyi de yoktu
adamın. Mesela geçmişini düşünmeye kalksa bir geçmişi yoktu. Geleceğine dair
planlar yapmak istese geleceği de yoktu. Zamansız bir hayatı vardı aslında
onun. Nereye gideceği veya ne yapacağı belli olmadığı gibi ne yaptığı veya ne
yapacağı da belli değildi. Bu yüzden anlamsızdı onun hayatı.
Elbette onun hayatı hep bu
şekilde değildi. Daha doğrusu bir zamanlar onun bir hayatı vardı. Hayatında
insanlar vardı, yaşayan insanlar vardı daha doğrusu. Canı çok sıkıldığı için
topraktan insanlar yapmaya başlamıştı ve bir zamanlar yaşayan insanların olması
önemliydi. O yaşayan insanlar tanıyordu o zamanlarda. Hatta bazılarıyla
konuşuyordu bile. Bunları düşünmek, hatırlamaya çalışmak ona acı vermenin
ötesinde duygular hissettiriyordu. Hele bir zaman konuşabildiğini bilmek
bambaşka bir ıstırap kaynağıydı onun için.
Kurak topraklarda yürürken
etrafına bakıyordu. Yıkılmış, terk edilmiş binaları görüyor ve bir zamanlar
orada bir şehir olduğunu düşünüyordu. Sanki kocaman bir şehir bir anda yok
olmuştu. Tüm yollar kurak topraklara dönmüş, tüm ağaçlar kurumuş, tüm insanlar
ise yok olmuştu. Bir dönüşüm vardı onun etrafında, bir yok oluşun tam ortasındaydı.
Ancak o an düşündüğü gibi her şey bir anda olmamıştı.
Eğer geçmişini düşünebilseydi
ve süreci inceleyebilseydi bunu o da görebilirdi. Önce hayatındaki insanlar
kaybolmaya başladı. Bir anda, hiçbir şey yokken insanlar yok oldu. Bir insanın
onu terk etmesi veya hayatından gitmesi gibi değildi ama. Onlar hep yok oldu.
Hatta öyle bir şekilde yok oldular ki onlar gittikten sonra varlıklarından
şüphe etmeye başladı. Kimse bir anda yok olamazdı ama onun hayatına girenler
bunu başarabiliyorlardı.
İnsanların bir anda yok olması
başka sonuçlar da doğurdu. Mesela giden herkes yanında başkalarını da götürdü.
Bir zamanlar sevdiği bir kız vardı mesela. O gittiği zaman en az bin kişi de
onu takip etti. Mesela çok yakın bir arkadaşı vardı, onu da yüzlerce insan
takip etti. Şehrin nüfusu bu şekilde azaldı hep. Milyonlar yüz binlere, yüz binler
binlere, binler, yüzlere ve yüzler onlara dönüştü. On kişinin içinde ailesi
vardı, sevdiği arkadaşları ve birkaç kişi daha. Arkadaşlarından birisi gidince
ailesinden birileri de gitti. Ailesinden birileri gidince birkaç kişi daha
gitti. Birkaç kişi daha gidince ise o tek başına kaldı.
Gidenler sadece insanlar
değildi. İnsanlar gittikçe bulutlar da gitmeye başladı. Hayvanlar onları takip
etti sonra çiçekler soldu. Bulutlar gidince yağmur yağmayı bıraktı ve ağaçlar
kurudu. Sonra terk edilen binalar yıkılmaya başladı. Şehir terk edildikçe yok
oldu. İçinde insanların olmadığı bir şehrin hiçbir anlamı yoktu. Bu yüzden
şehirde terk etti onu. Sonra her yeri toprak kapladı. Her yeri kaplayan toprak
çatlamaya başladı ve çatlaklar büyüdü. Büyüyen çatlaklar daha fazla binanın
yıkılmasını sağladı.
Eğer geçmişi hatırlayabilseydi
bu dönüşüm sürecini de görebilirdi. Eğer bunları hatırlayabilseydi, yok olan
insanları unutmasının sebebinin kendisi olduğunu da anlardı. O insanların
hatıralarını yakıyordu çünkü. Onlara dair anıları, ses tonları, kokularını ve
diğer her şeyi üst üste koyuyor ve ateşe veriyordu. Kocaman bir alev oluyordu
sonra. Alev o kadar büyüyordu ki şehrin bir kısmını da içine alıyordu. Diğer
insanların kaybolmasının, binaların yıkılmasının hatta bulutların gitmesinin
sebebi buydu.
O bunların farkında olmadan
sadece yürüyordu. Eğer bunların farkında olsa geçmişe ve geleceğe yaptığı
yolculukların anlamsız olduğunu da bilirdi. Evet, o zamanda yolculuk
yapabiliyordu. Defalarca kez gitmişti geçmişe ve geleceğe. Birkaç sene öncesine
gitmiş ve değişen bir şeyin olmadığını görmüştü. Birkaç sene sonrasına gitmiş
ve aynı şeyle karşılaşmıştı.
Yüzlerce sene öncesine gitmiş
ve sadece yıkılan binaların azaldığını, farklılaştığını fark etmişti. Yüzlerce
sene sonrasında ise binalar fazlalaşmış ve tekrardan değişmişti. Binlerce yıl
öncesinde binaların sayısı iyice azalmış, yükseklikleri alçalmıştı. Binlerce
yıl sonrasında ise yükseklikleri artmış ve binalar her yeri kaplamıştı.
Tarihin başlangıcına gittiği
zaman birkaç kulübe görmüş, milyonlarca yıl sonraya gittiği zaman ise
gökyüzünde evlere tanıklık etmişti. Hepsinin ortak bir özelliği vardı; hepsi
yıkılmış ve terk edilmişti.
Sürekli olarak dolaşırdı
zamanda. Ancak farklı bir sonuçla karşılaşmazdı. Zaten farklı bir sonuç
beklentisi de yoktu. Aslında farklı bir sonuç oluyordu ve o da bunun farkındaydı.
Çatlaklar giderek büyüyor ve binalar daha fazla yıkılıyordu.
Geçmişe veya geleceğe gitmesinin
neden işe yaramadığını da çok iyi biliyordu. Zamanda değişiklik yapabilmesi
için onun bir kimliğinin olması gerekirdi. O var olmalıydı ki var olabilen bir
yere, zaman ulaşabilsin. Ancak o yoktu, belki de hiçbir zaman var olmamıştı.
Ayaklarının altında bir gölgesi olmasa kendisi gölge olarak adlandırabilirdi. Gölge
olmak için gerekli tüm niteliklere sahipti sonuçta. Bir gölgenin hayatı veya
yaşamı veya zamanı olmazdı aynı onda olmadığı gibi.
O kadar büyük bir yalnızlığın
içerisindeydi ki kocaman bir evrenin içindeki bir toz tanesinden bile daha
yalnızdı. Hatta yalnızlığın kelime anlamını yeniden tanımlamıştı o. Bazen
yalnızlığı ve ölümü düşünüyor ve aradaki farkları merak ediyordu. Yalnızlık, etrafında
kimsenin olmaması ilen ölüm, etrafında kendinin bile olmamasıydı. Yani ölmeye
oldukça yakındı çünkü biliyordu ki bir süre sonra güneş onu terk edecek ve önce
gölgesi gidecekti. Gölgesi gittikten sonra kendi varlığından emin olamayacak ve
o da gidecekti hiçbir yere doğru.
Amaçsızca yürürken güneş daha
fazla ısıtmaya başladı. Daha fazla kavurmaya başladı etrafını ve o dizleri
üzerine çöktü. Saklanacak bir gölge yoktu yakınlarında ve kendini güneşin
kavurucu sarılmasına bıraktı. Güneş onu yakan kollarına aldığı sırada bedeni
acı ile doluyordu. Ancak mutluydu o birisinin ona sarılmasından dolayı. Yüzünde
gülümsemesi büyürken teni kızarmaya ve kabarmaya başlamıştı.
Bir süre sonra kahkahalar
atmaya başladı. Uzun zamandır kahkaha atmadığı için unutmuştu nasıl yapıldığını
ama bunu önemsemedi. Uzun zamandır hiç konuşmadığı için sadece hırıltılar
çıkarabildi ama bunu da önemsemedi. Sadece gülümsedi. Tahminine göz bebekleri
sıcaktan görmeyi bıraktığı sırada etrafı değişmeye başladı ve insanlar gördü.
Bir kız gördü önce. Kahverengi
saçları ve büyük bir gülümsemesi vardı onun. Onu gördüğü sırada yağmur yağmaya
başladı. Kız ona bir şeyler söyledi, sarıldılar. Sonra başka bir şey daha
söylediği sırada kız ağlamaya başladı. Ancak sarılmaya devam ediyorlardı. Bu esnada
yağmur şiddetlenip fırtınaya dönüştü. Sonra o kız kayboldu.
Etrafındakiler tekrar
değiştiğinde karşısında bir adam oturuyordu. Bir şeyler hakkında konuşuyor ve
gülümsüyorlardı. Mutluydular belli ki. Fakat sonra başka bir yerdeydiler ve
tartışıyorlardı. Dışarıda kar yağıyordu. O kadar fazla kar vardı ki yürümek
neredeyse imkânsızdı. Sonra adamın gittiğini gördü. Çok eski bir arkadaşıydı
belli ki.
Birkaç kişi ile birlikte bir
yerde oturuyordu bir sonraki sahnede. Etrafında insanlar vardı. Üzüntülü bir
şeylerden konuşuyorlardı ki herkes mutsuzdu. Sonra herkes teker teker terk etti
onu. Sanki bulaşıcı bir hastalığı varmış gibi. Sanki onun yanındaki herkes
ölecekmiş gibi kaçtılar geriye bakmadan. Çiçekler açıyordu oysa. Çiçeklerin
açtığı bir zamanda insan terk edilir miydi hiç. Yakışır mıydı bu.
Sonra etrafındaki sahneler,
insanlar, hatta mevsimler çok daha hızlı bir şekilde değişmeye başladı. Artık
etrafında nelerin döndüğüne anlam veremiyordu. Sonra her şey birbirine karıştı.
Gökyüzünde güneş varken, hava çok sıcakken yerler karla doldu. İnsanların
bedenleri ve kafaları, suratları da iç içe girdiği sırada “hayır” diye haykırdı. Ses tellerinin o an koptuğuna
yemin edebilirdi. Tam onda, tüm o karışıklığın tam ortasında her şey durdu.
Artık ne güneş tenini yakıyor
ne de başka bir şey hissediyordu. Sadece kafasının patlamaya yaklaştığını
düşündü anlam veremediği olayların bitim noktasında. Sonra tekrardan yürümeye başladı.
Dünya karmakarışıktı. Her şey
birbirinin içine geçmişti ve o etrafına bakınca ne gördüğünü anlamıyordu. Biraz
daha ilerledikten sonra bir kız gördü. Onu daha önce hiç görmediğine emindi.
Kızın siyah saçları ve zümrüt yeşili gözleri vardı. Daha sonra gülümsedi ona
doğru birkaç adım atarken ve onun omzundan tuttu. Kulağına doğru eğildi ve “herkes
gitse bile ben hep seninle kalacağım” dedi. Onu tanımıyordu ama tanımak için her
şeyini verebilirdi.
Derken o cümlesini bitirdiğinde
her şey normale döndü. Tekrardan şehrin içindeydi ve etrafında insanlar
yürüyordu. Sonra onu terk eden herkesi hatırladı. Unuttuğu tüm bilgiler bir
anda zihnine doluştu. Sonra ayağa kalktı ve yürümeye başladı. Hangi gerçeklikte
olduğundan emin olamayarak. Bir rüyadan mı uyanmıştı yoksa bir rüya görmeye mi
başlamıştı.
Resim: Alexander Kruglov
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder
Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.
Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.