Yalnızlık ülkesi - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

15 Mart 2013 Cuma

Yalnızlık ülkesi


Adam dirseklerini çalışma masasına dayadı ve avuç içleriyle gözlerini ovuşturdu. Bu esnada derin bir of çekip dişlerini sıktı. Bir süre boyunca gözlerini hiç açmadı. Sandalyesine yaslandı ve evinin sessizliğini dinledi. Etrafa bakmak ona acı veriyordu. Duyduğu en ufak bir ses bile beyninde büyük bir gürültüye sebep oluyordu. Bu sebeple nefes almak bile istemedi. Bir süre sonra doğrulup bilgisayarına baktı. Masasının üzerinde duran kitabı kendine doğru çekti biraz ve sonra bilgisayarında açık olan yazı sayfasına baktı. O gece bitirmesi gereken çok fazla iş vardı ve daha fazla dayanacak gücü kalmamıştı.

Kitabı okumaya başladığı sırada lanet okuyarak kapattı. Kendi içinde söylenerek bilgisayarını da kapattı. Ağır adımlarla yürüyerek koltuğuna oturdu. Sadece sessizlik istiyordu zaten bu sebeple evinde çalışıyordu. Sevmiyordu dışarıya çıkmayı. Elinde olsa evinden asla ayrılmazdı. Ancak sadece alışveriş yapmak için bile olsa dışarı çıkması gerekiyordu. Sevmiyordu o zamanları. Başka insanlar görüyordu ve başka insanları da sevmiyordu. Daha doğrusu onların söyleyecekleri tek bir kelimeye bile katlanamıyordu. Sıkılmıştı artık her şeyden.

Berbere gitmiyordu çünkü saçını tıraş makinesi ile kendisi kesiyordu. Bu yüzden hep kabaktı saçları. Dışarıda yemek yemeyi veya gezmeyi de sevmiyordu. Başka insanlarla konuşmak veya eğlenmek gibi bir isteği hiçbir zaman olmamıştı. Sadece alış veriş için çıkıyordu dışarıya ve bunu genelde akşamın geç saatlerinde yapıyordu insanları görmemek için. Ve alış verişten sonra sahile gidip dalgaları dinliyordu. Seviyordu dalgaları dinlemeyi. Onların kendine ait bir müziği vardı ve o müzikte huzur buluyordu. Belki huzur bulabildiği tek andı sahilde geçirdiği.

Sahilde işi bittikten sonra geceye yakın evine dönerdi. Çalışırdı evine geldiği zaman ve çalıştığından daha fazla düşünürdü. Çok fazla düşünürdü o. Çok düşündüğü içinde insanlarla anlaşamazdı çünkü insanlar düşünmezdi. Sanki farklı bir katmanında yaşıyordu hayatın ve o katmanda sadece kendisi vardı.

Yıllar önce kendi ülkesini kurmuştu. Kendisine ait, kimsenin bilmediği bir yere ihtiyacı vardı. Bu yüzden evinin etrafını yüksek surlarla çevirmişti. Dışarıya açılan kapıları kaldırmıştı kimse içeriye giremesin diye. Dışarı çıkması gerektiğinde kimsenin bilmediği gizli geçitler inşa etmişti. Markete gidip alışveriş yapabilmek için.

Evi onun ülkesiydi artık. Aslında bir kaplumbağa gibi ülkesini sırtında taşıyabiliyordu. Nereye giderse gitsin onunla birlikte geliyordu yalnızlığı. Yine de gerekmedikçe ülkesini terk etmezdi çünkü ülkesi eviydi onun. Dışarıya çıktığında ise surların dışındaki misafir evini getirirdi peşinde. Ülkesi çok da sakin değildi ama. İç sesleri ile sürekli bir çatışma içerisindeydi. Özellikle ülkesinin yönetimini belirlemek istediğinde çatışmalar bir hayli artmıştı. Demokrasiye geçmek istemişti başta ama evindeki parlamento onu asla başkan yapmazdı. Hatta meclise bile giremezdi. Ülkenin yönetimini iç sesleri devir alır ve o kendi ülkesinden sürgün edilirdi.

Krallıkla yönetilmek istediği zaman ise üzere oturacak bir tahtının olmadığını fark etti veya başına takacak bir tacı da yoktu. Ancak kâğıttan bir gemi yapardı ve onunla aptallar ülkesine bile kral olamazdı. Bir yönetim sistemi koymazsa eğer iç sesleri onu öldürürdü, acı çektirirlerdi. Bu sebepten dolayı özgürlükleri kısıtlamak gerekiyordu. İnsan öldürmeyi yasakladı önce daha sonra insanlara zarar vermeyi de yasakladı, suç işlemek de yasaktı. Kendi ülkesinde en iyi yönetim biçimi diktatörlüktü. Ancak her diktatörün onu koruyacak bir ordusu olması gerekiyordu ve onun hiç askeri yoktu. Bu sebepten dolayı insanlara zarar vermenin yasak olmasının haricinde bir kuralın bulunmadığı bir yönetim biçimini tercih etti.

Başlarda içeriye girmek isteyenler olmuştu. Ancak vizesi olmayan kimse içeriye giremezdi ve onun ülkesinde kimseye vize verilmezdi. Birçok insan vize kelimesini duyunca bile kaçmıştı. Bazıları ise ısrarla içeriye girmek istiyordu. Zaten onlar için yok etmişti kapıları. Ülkesinin adı “Yalnızlık ülkesi”idi ve ismi gereği kimsenin olmaması gerekiyordu. Bunu iç seslerine anlatıp onlardan kurtulmaya çabalasa bile onlardan kurtulamadı. Zaten onlarsız bir hayatının olabileceğine ihtimal dahi vermiyordu.

Tabi insanlarla mecburen iletişime geçmeden yaşaması mümkün değildi her ne kadar bunu istese de. Bu yüzden surların dışına misafirler için bir ev yapmıştı. O eve isteyen istediği zaman gelebilirdi. Gelenler kısa bir süre sonra gittikleri için hiç sorun olmuyordu. Sokakta karşılaştığı insanları veya marketteki kasiyerleri oraya yönlendirirdi. Birçoğu içeriye bir girmezdi ki gerek yoktu zaten. Hiçbirisi ile tanışmadığı için misafir evine bile kimse gelmezdi.

Ayrıca ülkesinin hiç komşusu yoktu. Doğal olarak hiç düşmanı da yoktu. Zaten askerlerinin olmamasının sebeplerinden birisi buydu. Diğer sebep ise ülkesinde askere alınacak başka birisinin olmamasıydı. İç sesleri vardı ama onlara silah verirse eğer kendisini öldürürlerdi. Komşusu olmayan bir ülke tartışma konusuydu aslında. Fakat komşusu olsa mesela sınırlarını açmak gerekecekti ve bunu kesinlikle istemiyordu. Sınırları aç sonra gümrük duvarını kaldı bir dünya iş vardı. Zaten ülkesinde gümrük kavramı olmadığı için çok gereksiz olurdu.

Bir akşam alışveriş yapmak için markete gitti. Sıradan bir alışveriş günüydü ve kimseyle konuşmamıştı. Sağır taklidi yapmak yine işine yaradığında hafif bir tebessüm oluştu yüzünde. Marketten sonra dalgaları dinlemek sahile indi. Gözlerini kapatıp dalgaların şarkısını dinledi uzun bir süre boyunca. Bu arada gökyüzünde parlayan dolunayı seyrediyordu. Severdi dolunayı, gece olduğunda severdi gökyüzünü. Yıldızlar için şiirler yazabilirdi mesela.  

Deniz kenarında birkaç saat bekledikten sonra evine doğru yola çıktı. Yere bakarak ilerdi. Başka bir şeyi görmek istemiyordu, bilmek istemiyordu daha fazla. Hızlı adımlarla ilerlerken birisine çarptı. Hatta o kadar sert çarptı ki o yere düştü. Hemen ona yaklaşıp elini uzattı. Siyah saçlı bir kıza çarpmıştı. Beyaz teni ay ışığında patlıyordu. Kızın yüzünde bir acı ifadesi vardı ve elini kıza uzatıp “kusura bakmayın çok dalgındım dizi görmedim. İyi misiniz?” dedi. Kız ise gülümseyerek “bende çok dalgındım, benim hatam zaten” dediği sırada adamın elini tutup onu kaldırmasına izin verdi. Onun gülümsemesini gördükten sonra hayatın anlamını öğrenmişti adam. Sanki tüm soruları cevap bulmuştu veya sorular silinmişti zihninden.

Daha sonra ikisi de kendi yollarında yürüdüler. Adamın kalbi yerinden çıkacakmışçasına atıyordu. İçinde o kadar farklı bir duygu vardı ki adını bilmemesini bir yana tanımlayamıyordu bile. Kızı gördüğü anda surların dışından savaş borularını duygu. Her yerde yankılandı onların sesi ve o duvarların dibinde korkudan titredi. Duvarın üstüne çıkıp dışarıya baktığında karşıdaki tepenin üzerinde kocaman bir ordu gördü. Onun ülkesini ele geçirmek için bekliyorlardı sanki ve onun savaşacak hiç askeri yoktu. Sadece surların onu koruması için dua edebilirdi.

Kız o kadar farklı gelmişti ki ona onu tekrardan görebilmek için her şeyi yapardı. Sanki onu bir kere daha görse hiçbir sorunu kalmayacaktı. Kütüphanesindeki duygular ansiklopedisi açıp hissettiklerinin karşılığını bulmaya çabaladığı sırada duygularının hiçbir yerde yazmadığını fark etti. Anlamlandırabilmek için onu tekrardan görmesi gerekiyordu ve tekrardan dışarıya çıktı. Alışveriş için veya başka bir sebeple değil onu görmek için dışarıya çıktı. Sadece bu bile duygularının ne farklı olduğunu açıklamaya yetiyordu. Ertesi akşam tekrardan çıktı ve ertesi gün ve ertesi gün.

On gün boyunca sokaklarda kalarak kızı aradı ve bir gün tekrar karşılaştılar. İkisi de tanıdı birbirini, gülümsediler. Adam kızın gülümsemesini gördüğünde ona doğru yaklaşıp “geçen gün için özür dileyemedim. Çok büyük terbiyesizlik yaptım ben” dedi başına hafifçe yere doğru eğerek. Kız “olur mu öyle şey zaten benim hatamdı, önüme bakmıyordum” dediği sırada surlarının dışındaki ordu saldırıya geçmişti. Toplar ateş ediyor, top mermilerinin çarptığı surlar ise paramparça oluyordu. Surların tepesinde durup savaşı kaybedişini izlemekten başka bir şey gelmiyordu elinden. Bu şekilde giderse fazla dayanamayacaktı.

Adam “o zaman bir kahve içelim ve bende yaptığım kabalığın karşılığını ödemiş olayım” dediği sırada tüm iç sesleri şaşkınlık içinde kalmıştı. Hatta kendisi bile söylediklerine inanamıyordu. Hele kız teklifini kabul edip ertesi akşam buluşmak için sözleştikleri sırada surlar tamamen yıkılmış ve ordu taarruza geçmişti.

Evine döndüğünde o kadar büyük bir sessizlik vardı ki iç sesleri yok olmuş gibiydi. Sadece kalbinin sesini duyuyor ve onun müziğinde dans etmek istiyordu. Gece boyunca hiç uyumadı, uyuyamıyordu. İçindeki duygu öyle bir hale gelmişti ki sanki bir fırtına kopuyordu. Daha öce farklı zamanlarda parçalar halinde hissettiği tüm duygular bir araya gelip başka bir hale bürünmüştü.

Ertesi akşam olduğu zaman kızla buluştu. İkisi de gülümsedi. Kızın gülümsemesi o kadar güzeldi ki devam etmesini sağlamak için kendi yaşamından vazgeçebilirdi. Havadan sudan konuştular, ikisi de heyecanlıydı ve kelimeleri sıklıkla karışıyordu. Adam hüzünlü bir hikâye anlatırken kız onun gözlerinin içine baktı. Sanki zihninden geçen tüm düşünceleri okuyordu ve daha sonra adamın elini tuttu. O anda ordu yıkılmış surlardan içeriye girdi. Ülkesinin tüm sokakları askerlerle dolarken o korku içinde onları seyrediyordu.

Dizlerinin üzerine çökmüş ve endişe içinde titriyordu. Ülkesi fetih ediliyordu ve bu onun en korktuğu şeydi. Ancak askerler şehrini yağmalamadı hatta bunun yerine etrafı güzelleştirmeye başladılar. Bir kısmı yerleri temizledi başka bir kısmı çiçekler ekmeye başladı yerlere.  Bu esnada ordunun komutanı surlardan içeriye girdi ve adama doğru bakıp miğferini çıkardı. Bir süre boyunca bakıştılar sonra kız gülümsedi.

Kız adamın elini tuttuğu sırada içindeki savaş bitti ve ülkesi fetih edildi. Ancak kız ülkeyi almadı ondan. Gelip yanına yerleşti. Adam kızın elini tuttuğu sırada ülkenin adı değiştirildi ve daha fazla “yalnızlık ülkesi”  olmadı. Artık ülkenin nüfusunda kayıtlı iki kişi vardı.

Ve aşk ezberlenen tüm cümlelerin bir anda unutulmasıydı.

Resim: Oleg Tchoubakov

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar