O gün gökyüzüne bakanlar yıldızları görememişti. Bunun sebebi şehrin
ışıkları veya havanın kapalı olması da değildi. Gökyüzünde bir tane bile bulut
yoktu, yağmur yağmıyordu. Şehrin ışıkları henüz tüm yıldızları saklayacak
güce erişmemişti. Hala insanların yok edemedikleri vardı. O gün
yıldızların tamamen kaybolmadan ve insanların yıldızların görüntüsünü gökyüzüne yansıtmalarından çok önce yaşanmıştı. Ancak o gece yıldızlar görünmemişti. Bir
efsaneye göre yıldızlar dünyaya kızmış ve ona bir gecelik yokluğunu göstermek
istemişti. Başka bir efsaneye göre ise bir yıldızın cenazesine gitmişlerdi
birleşip. Yıldızların olmamasının sebebinin ne olduğunu kimse bilemedi. Kimse
de sorgulamadı aslında. Belki sadece bir kaç kişiydi sebepleri merak edenler.
Zaten bu yüzden ertesi gece daha az yıldız gözükecekti gökyüzünde.
Adam yıldızların yokluğunu hissedenlerdendi. Evinin penceresinden gökyüzüne
baktığında gördüğü boşluğa şaşırmış ve üzülmüştü. Bir süre boyunca neden
yıldızları göremediğini sorgulamıştı. Onların gerçekliğini sorgulamıştı bu
zaman diliminde. Onların yokluğu içinde de bir boşluk oluşturmuştu. Zaten
yeteri kadar boştu yüreği. Gökyüzüne bakıp "aynı benim gibi" diye
düşünmüştü. Bu sebeple kendisi ile tekrardan yüzleşme içinde bulmuştu kendini.
Yıldızsız gökyüzü güzel değildi. O da kaybetmişti kendi yıldızlarını. O da
bomboştu.
Düşünceler zihninde dolaşırken bilinçsiz bir şekilde ellerini yumruk yaptı
ve sıkmaya başladı parmaklarını. Tırnakları tenine batarken acıyı hissetmedi.
Gözlerini kapatıp kendi boşluğuna bakmaya başladı. Çene kaslarını tüm gücüyle
sıkıyor, zorunda kalmadıkça nefes bile almıyordu. İşin kötü tarafı boşluğunun
sebeplerini bilmemesiydi. Belki teker teker yok olmuştu yüreğinin içindekiler
ama bunları hepsi yok olana kadar fark edememişti. Suçluyu bilmiyor ve
mahkemesinde tüm ithamları kendi üzerine atıyordu. Kendini cezalandırması
kolaydı onun. Pencerenin mermerine attığı yumruklar da bu yüzdendi.
Zihninde bir meydan muharebesi başlamıştı sanki. Düşünceler birbiri ile
ölümüne savaşıyor ve en sonunda hepsi yaşamını yitiriyordu. Bir cümle mezarlığına
dönüşmüştü zihni ve tüm bunlar onu yorgun düşürmüştü. O kadar yorulmuştu ki
daha fazla ayakta duramayacağını fark etti ve bunu fark ettiğinde bacakları onu
daha fazla taşıyamıyordu. Sert bir şekilde yere düştü. Yere düşerken başını
mermere vurdu. Alnından akan kanı umursamadı bir süre boyunca. ,
Yerde oturmuş ve başını koltuğunun arka tarafına yaslamıştı. Her akşam böyle
olurdu ona. Bedeni düşüncelerini daha fazla taşıyamazdı. Hayattaki her şey
zordu onun için; yürümek nefes almak bile. Bu yüzden zorunda kalmadıkça evinden
dışarıya çıkmazdı. Evinde kalmak aslında daha fazla kendisi ile kalmak demekti
ama sorun değildi onun için. "En azından kendi yaralarımdan kendim
sorumluyum" diyerek avutabiliyordu kendini. Alnından akan kan sol gözünün
görmesini engellemeye başladığında avucunun tersi ile sildi. Kanlanmış eline
bakarken kanının rengini inceledi. Her geçen gün daha da koyulaşıyordu ama bunu
da umursamadı. Elbet duracaktı alnının kanaması hem düşünmesi gereken daha
önemli soruları vardı "yıldızlar nereye gitmişti?"
Bir süre sonra kan kaybı sona erdi. Hala oturduğu yerden kalkmamıştı.
Yürüyebilecek kadar güçlü hissetmiyordu kendini. Bu yüzden gözlerini kapatıp
hayal kurmaya çabaladı. Uzun zamandır hayal kurmamıştı o. Kurduğu tüm hayaller
parçalandığında acı vermeye başlamıştı hayaller. Ancak yasak bir diyara gitmek
gibiydi onun için hayal kurma ve oraya gitmekten vazgeçemiyordu.
Çok sıkılmıştı hayatından, yaşamından, kısaca her şeyden sıkılmıştı. Bu
yüzden her şeyin olmadığı bir yer düşledi. Evinin duvarları olmasaydı mesela.
Başka insanlar da olmasaydı. Bomboş bir dünya ona çok fazla gelirdi daha küçük
bir dünyası olsaydı. Küçük bir köy kadar belki. Yıldızlar hep olsaydı ama. Hep
gece olsaydı. Öyle ki gece bile güneşi görebilseydi. Üç tane ay olsaydı
gezegeninde ve her biri farklı renkte parlasaydı. Sonra o gezegeninde küçük,
tek katlı bir evi olsaydı. Yüzünde bir gülümseme oluşmaya başlamıştı. Kolayca
gülmezdi o. Yanaklarını aşağıya doğru çeken ağır bir gerçeklik varken onları
yukarıya kaldırmak meşakkatli bir uğraştı.
Evinde bir tane boyut kapısı açılsa ve ondan geçince gezegenine gitse.
Tekrar geri dönüşü olmasa ama. Geri dönmeyi istemese. Gezegenindeki kuşlar hep
şarkı söylese. Hatta en sevdiği şarkıları tekrarlasa sürekli olarak. Her yerde
kırmızı güller yetişse. Ağaçlar meyve olarak gök kuşağı verse diye düşündü.
Bulutlardan hayvanları olsaydı mesela. Uçmak serbest olsaydı. Yer çekimi isteğe
bağlı olsaydı aslında. İstemediğin zaman çekmeseydi seni yer.
Bunları düşünürken ayağa kalktı. Mutfağına doğru gitmek istemişti aslında
ama salonun ortasında bir boyut kapısı görünce içinden geçti ve gezegenindeydi.
Oranın en güzel tarafı zamanın da isteğine bağlı olarak akmasıydı. İsterse aynı
anda sonsuza kadar kalabilirdi. İsterse bir anda zamanı hızlandırıp geleceğe
gidebilirdi. Geçmişe de gidebilirdi aslında ama geçmişe gitmek istemezdi.
Geçmişte güzel bir şey yoktu onun için. Filmlerde olduğu gibi değiştirmek
istemezdi onu.
Gezegende dolaşırken her bir gülü koklama karar verdi. Amacı onların farklı
kokup kokmadığını öğrenmekti. Elbette tüm gülleri koklamadı çünkü farklı
koktuklarını anlamıştı. En güzel kokan gülü merak etti daha sonra. Bir süre
boyunca yer çekimini kaldırıp buluttan hayvanlarıyla oynadı. Sonra yıldızlarla
sohbetti sıkılmadan. Ne kadar zaman geçtiğini bilmiyordu. Zaten zaman kavramı
diye bir şey de yoktu. Hatta acıkmasına bile gerek yoktu orada soluduğu hava
açlığını gideriyordu. Sadece kendisi olabildiği bir yerdi orası. Biraz evine
geçip dinlenmek istedi aslında dinlenmesine de gerek yoktu.
Koltuğa uzandı, en güzel sesli kuşlardan birkaçını yanına aldı ve en sevdiği
şarkıları söyletti. Huzur böyle bir şeydi işte. Bu yüzden dünyada bulamıyordu
onu. Nasıl olsa dünyaya geri dönmesine gerek yoktu. Gözlerini kapattı ve
kendini hayal kurarken buldu. Mutluluğun hayalini kuruyordu. Ancak onun nasıl
bir şey olduğunu bilmediği için başarılı olamıyordu pek. Ancak önemi yoktu.
Huzurluydu tek kişilik gezegeninde.
Tam uyumak üzereydi ki uyumasına da gerek yoktu, belki rüya görebilirim diye
düşünmüştü, büyük bir ses duydu ve koşar adımlarla dışarıya çıktı. Dışarıya
çıktığı zaman karşısında büyükçe bir uzay gemisi vardı. Şaşkınlıktan ağzı açık
kalmıştı. Ne olduğunu bilmiyordu ve bu bilinmezlik onu korkutmaya yetiyordu.
Kısa bir süre sonra uzay gemisinin kapısı açıldı, aşağıya doğru inen bir
merdiven çıktı. Yine kısa bir süre sonra uzay gemisinin içinden bir astronot merdivenlere
doğru yürümeye başladı. Adamı görünce el salladı ve başlığını çıkarttı.
Karşısında siyah saçlı bir kız duruyordu.
Tam o an zamanı durdu. Uzay gemisine yaklaşıp merdivenleri tırmandı ve kızı
incelemeye başladı. Siyah saçları omuzlarının altına kadar iniyordu. Gözleri
gece kadar siyahtı. Göz retinasını incelemeye başlayarak onun nasıl bir hayat
yaşadığını öğrenmeye çabaladı. El sallarken kız gülümsüyordu ve gülümseme
açılarını hesaplayıp ne kadar sahici olduğunu ölçtü. Gerçek bir gülümsemeydi
gördüğü. Çok uzun zamandır gerçek bir gülümseme görmemişti. Daha sonra
tekrardan evinin yanına gidip zamanı hareket ettirdi.
Kız "merhaba" dediğinde adam başını eğerek karşılık verdi ona.
Daha sonra kız merdivenlerden indi ve adamın yanına doğru yürüdü. Adamın yanına
geldiğinde "burada ne işin var?" sorusunu duydu. Güzel bir hoş geldin
cümlesi değildi aslında ama davetsiz bir misafirdi sonuçta. "Ben çok
sıkılmıştım. Kaçmak istiyordum ve bir tane uzay gemisi çaldım. Nasıl yaptığımı
sorma sakın. Uzay gemisini çaldıktan sonra uzaya seyahat etmeye başladım.
Yıllarca dolaştım canım istediği gibi ama sonra yakıtım bitti ve buraya geldim.
Aslında gemiyi çalıştırmadan önce depoyu doldurmam gerekiyordu ama hiç aklıma
gelmedi bu" kız oraya nasıl geldiğini anlatırken adam ona şaşkın bir
şekilde bakıyordu.
"Hoş geldin burada yakıt olup olmadığını bilmiyorum. Araştırman gerek.
Buraya kimseyi beklemiyordum bu yüzden şaşkınım biraz. Bende kaçmıştım dünyadan
sonra buraya geldim. Aslında bu gezegen tek kişilik" adam kıza hayran bir
şekilde bakarken bulmuştu kendini. Belki de şimdiye kadar gördüğü en güzel
varlık oydu. Daha sonra dünyadaki hayatları üzerinden sohbet etmeye başladılar.
"Ben A şehrinde yaşıyorum ama aslında H şehrinde doğdum, üniversiteyi de T
şehrinde okudum. Demek ki ben A şehrindeyken sende B şehrinde yaşıyormuşsun.
Aslında o kadar da uzak değilmişiz birbirimizden" gibi konulardan
konuşurken daha sonra "M" şehrinde aynı zamanda tatil yaptıklarını
öğrendiler. Hatta ortak arkadaşları bile vardı. Adam "istersen bir şeyler
içelim" dediğinde kız gülümseyerek kabul etti. Daha sonra beraberce oturma
odasına geçtiler. Hep mutluluğun nasıl bir şey olduğunu merak ederdi adam ve en
sonunda öğrenmişti. Birbirlerinin telefon numaralarını aldılar daha sonra.
Tekrardan geriye dönmeyeceklerdi ama her hayalin bir sonu vardı. Adam
kendini tekrardan evinde bulduğunda ağlamak istedi. Sahip olduğu her şeyi
kaybetmişti ve bu berbat hayatına geri dönmüştü. Hiçbir şeyi istemiyordu
aslında. Gözlerinden yaşlar süzülmeye başladığı sırada telefonu çalmaya
başladı. Arayan tanımadığı bir numaraydı. Genelde sevmezdi bilinmeyen
numaraları ama yine de açtı. Bir kız sesi "merhaba, hayal ben. Hani senin
gezegeninde tanışmıştık" dedi ve adam gözyaşları arasından gülümsemeye
başlamıştı. Mutluluk buydu aslında.
Aslında iki kişi aynı hayali paylaşıp, aynı rüyayı görebilirdi. Hayat her
şeye izin verirdi sadece inanmak gerekliydi.
Ve aşk tek bir bedende iki kişi olmayı istemekti.
0 Yorumlar