Kız sabah kalktıktan sonra
banyoya gidip yüzünü yıkadı. Aynada kendine bakması bile mutsuzluğuyla
yüzleşmesi anlamndini evine kapatmak istiyordu. Günlerce, haftalarca hiç
dışarıya çıkmak istemiyordu. Kimseyi görmek istemiyordu böyle zamanlarda.
Issız, kimsesiz bir adaya gitmeyi isterdi hep. Ancak isteklerini kimse
dinlemezdi.
O gün de evden çıkmalı ve işe
gitmeliydi. Güzel elbiselerini giyip, yüzüne makyaj yaptıktan sonra bolca
gülümseyen bir maske takmalıydı. Nefret ediyordu yalancı maskelerden. Canı
yanıyordu onun, mutsuzdu, ağlamak istiyordu ama onun gülmesi gerekliydi. Aynanın
karşısında sahte gülümsemeleri prova ederken o halinden nefret ettiğini fark
etti. O gerçekten gülmeyeli çok uzun zaman olmuştu ama hala ondan mutlu
gözükmesini istiyorlardı.
Mutlu değildi o. Uzun zamandan
beri hiç mutlu olmamıştı. Mutluluğun kelime anlamını bile unutmuştu bu yüzden
hep uyumak istiyordu. Ne kadar fazla uyursa o kadar az yaşardı hayatı. Onu
yıllarca uyutacak bir ilaç içmek isterdi. Yıllarca uzak kalmak isterdi
hayattan. Hem rüya belki rüya bile görebilirdi bu zamanda. O kadar çok özlemişti
ki rüya görmeyi.
Yine de elbiselerini giydi.
Özensizce seçti ama bu sefer. Her zaman kendine dikkat eden o aynaya bile
bakmamıştı. Makyaj yapmamıştı mesela. Makyaj yapmak istemiyordu. Saçlarını bile
taramamıştı. Hayatı boyunca tek bir gün nasıl hissediyorsa öyle görünmek
istemişti. Yüzünde sahte bir gülümseme yoktu. O kadar mutsuzdu ki
gülümseyemiyordu artık. O yalancı maske yüzünden düşüp duruyordu.
Ancak gitmek zorundaydı. Kapana
kısılmış gibi hissediyordu kendini. Oradan kurtulabilmek için hiçbir yol
bulamıyordu. Sanki dünyası duvarlarla çevrilmişti ve o duvarlar arasındaki
mesafe gün geçtikçe azalıyordu. Nefes almakta zorlanıyordu bazen. Elleriyle
duvarların hareketini engellemeye çabaladıkça yapamayacağını düşünüyordu. Akıl
sağlığından vazgeçmişti ama bedeninde de dayanacak güç kalmamıştı.
Yine evden çıktı. İş yerine
kadar yürüdü. Bir tek kişinin ona “bugün neyin var senin. Üzgün gözüküyorsun”
demesini bekledi ama kimse konuşmadı bile onunla. Kimse onu umursamıyordu.
Kimse onun farkında bile değildi. Ancak bu arkasından söylenen cümlelere engel
olmadı. Hayatının en kötü zamanlarından geçiyordu, o kadar kötü hissediyordu ki
terk edip gitmek istiyordu dünyayı ama başkaları onun olmayan mutluluğuna göz
dikmişti. En kötü tarafı ise ona bakan herkesin mutsuzluğunu, çektiği acıları
görebilecek iken kimsenin ona bakmamasıydı. Kimsenin umurunda bile değildi
aslında.
Akşam yaklaşıp iş yerinden
ayrıldıktan sonra onu umursamayan bir şehrin sokaklarında dolaştı. Onu
umursamayan insanların yanından geçti. İnsanlardan uzaklaştığı zaman onun
hakkında söylenen cümleleri hissedebiliyordu. Sanki birisine zarar vermiş gibi
nefret ediyorlardı ondan. Sanki dünyayı yakmıştı, yıkmıştı tüm evleri. Oysa o
sadece mutlu olmak istemişti.
Şehirde bir süre daha
yürüdükten sonra insanlardan uzaklaşmak istedi ve şehrin dışına doğru yürümeye
başladı. Bir süre daha yürüdükten sonra eski bir yolun kenarında artık
kullanılmayan bir otobüs durağı gördü. Eskimişti artık, paslanmıştı. Uzun
zamandan beri insanlar onun yanında beklememişti, kullanılmamıştı hiç. Daha
sonra durağın yanına gidip bir tahta parçasının üzerine oturdu. Bir durakta
olduğuna göre otobüs beklemesi gerekiyordu. O duraktan bir daha otobüs
geçmeyecekti bu yüzden başka bir şey beklemeliydi ve hiçliğe giden bir otobüs
beklemeye karar verdi.
Saatlerce oturdu o durakta, bekledi.
Umudu kalmamıştı onun. Belki tüm umutlarını çalmışlardı ondan belki umutları
daha fazla yaşayamamıştı. Ölen umutlarına cenaze törenleri yapmıştı bir dönem.
Ancak sayıları arttıkça vazgeçmişti ayininden. Nasıl olsa her şey terk ediyordu
onu. Durakta biraz daha oturdu. Aslında beklediği hiçbir şey yoktu onun.
Sihirli bir perinin gelip hayatını değiştiremeyeceğini çok iyi biliyordu.
Sonuçta hayatını değiştirmek için bir balkabağından daha fazlası gerekliydi
ona.
Biraz daha bekledi.
Düşüncelerinin derinliklerine biraz daha battı. Öyle ki iç sesleri zihnini ele
geçirmiş ve ona karşı bir savaş başlatmıştı. Yapacak hiçbir şeyi yoktu onun.
Ona en acımasızca cümlelerle saldırıp, kalbinin derinliklerine saplıyorlardı
kelimeleri. Mutsuzluk dağı diye bir dağ olsa mesela o anda onun zirvesinde
olurdu. Ancak zirvesine çıktığı için gurur duymazdı. Orada hayatının sonuna
kadar oturmak istiyordu. Kimsenin onu göremeyeceği, yaklaşamayacağı bir yere
gitmekti niyeti ve oraya giden otobüs hiç gelmemişti.
Oturmaya devam ederken iç
savaşı ara vermeksizin devam ediyordu. Kayıplarının hesabını kimse yapamazdı
onun. Tam son kalan umudu yok olmak üzereyken yere doğru bakıyordu. Elleriyle
yüzünü kapamış, gözyaşlarının gelişine hazırlık yapıyordu. Tam o anda bir korna
sesi duydu. Oradan hiç araba geçmezdi. Ne olduğunu görmek için başını
kaldırdığında hemen karşısında duran çok eski bir otobüs gördü.
Herhalde dedemin çocukluğundan
kalmış olmalı diye düşündü ona bakınca. Onu kullanan garip görünüşlü bir adam
vardı ki adamın görünüşü gerçekten garipti. Otobüsü incelemeye devam ederken
kapıları açıldı. Bu esnada otobüsün ön camında yazan yazı dikkatini çekti “hiçliğe
gider.” Hayatı boyunca bu kadar fazla şaşırmamıştı hiç. Şaşkın bir şekilde
otobüse bakarken otobüsün ön kapına doğru yürümeye başladı.
Kapının yanına geldiği zaman şoföre
doğru bakıp “gerçekten hiçliğe mi gidiyor?” diye sordu. Adam başıyla
onaylayınca “bende gitmek istiyorum. Ne kadar gidiş?” dedi. Hiçliğe gidip yok
olmayı o kadar fazla istiyordu ki böyle bir fırsatın karşısına çıkabileceğini
düşünmemişti. Adam sağ eliyle hayır anlamında bir işaret yaptıktan sonra
avucunu açıp kapatarak kızı içeriye çağırdı.
Kız bir an bile düşünmeden
otobüse bindi. O bindikten şoför kapıları kapattı ve otobüs hareket etmeye
başladı. En az yıpranmış koltukta oturuyordu kız. Günlerce gittiler. Hiç
bilmediği topraklardan geçtiler. Şoför hiç konuşmadı hatta kız onun
konuşamadığını bile düşündü. Bazen direksiyonu bırakıp kıza kahve veya yiyecek
bir şeyler ikram ediyordu. İşin garip kısmı ise o kalktığında otobüsün gitmeye
devam etmesindeydi. Sanki kendi başına hareket ediyordu. Sürekli gidiyordu
otobüs. Bir tek mola bile vermiyordu. Ancak molayı ihtiyacı olduğunu hiç
düşünmemişti kız.
Aslında ne kadar süreyle yolda
olduğunu bilmiyordu kız. Yolculuk otobüsün ani bir frenle durması ile son
buldu. Daha sonra kapılar açıldı ve kız aşağıya indi. Hiçbir şeyin olmadığı bir
diyardaydı. Sadece ayaklarının altında açık renkli bir toprak vardı. Bir de
belirli yerlerde bir parça çim. Ne bir tek kuş sesi vardı ne bir tek ağaç.
Çiçekler bile yoktu orada. Hiçlik böyle bir yer olmalı diye düşündü kız ve
yürümeye başladı.
Nereye giderse gitsin hiçbir
yere varamıyordu. Hatta gökyüzü bile yoktu. Daha sonra bir tepe gördü ve
tırmanmaya başladı. Tepenin en üstüne vardığında ileride siyah renkli bir deniz
olduğunu gördü. Siyah renkli deniz olmazdı. Belki gökyüzün olmamasındandı bunun
sebebi, bilemiyordu.
Daha sonra denizi görebileceği
bir yerde çimlerin üzerine oturdu. Çimlerde de bir farklılık vardı. Nedense
hepsi siyah renkliydi ama umursamadı bunu ve siyah denizi seyretti. Demek ki
hiçbir şey böyle bir şeydi. Orada olmanın en güzel tarafı düşüncelerinin de onu
terk etmesiydi. Zihninde hiçbir şey yoktu sanki. Düşünmek istese bile
yapamıyordu. Etrafı seyrederken sahilde yıkılmış bir iskelenin hemen yanında
duran adam gördü ve onu incelemeye başladı. Orada bir adam vardı ve denize bir
olta atıyordu. Aradan zaman geçtikten sonra oltayı çıkarıyor ve tekrar
atıyordu.
Tepeden aşağıya inip onun
yanına gitmeye karar verdi. Ona yaklaştıkça siyah denizdeki dalgalar dikkatini
çekti. Sahile vuruyordu dalgalar. Sonra toprağın bir bölümünü siyaha boyuyordu.
Adamın yanına yaklaştığında “merhaba” dedi çekingen bir ses tonuyla. Hiçbir
şeyi bilmediği bir yerdeydi aslında. Orada ne kadar kaldığını bilmiyordu veya o
tepede ne kadar oturduğunu. Anlam kelimesinin manasını kaybettiği bir yerdeydi.
Biraz geç cevap verdi adam.
Yavaşça ona doğru dönüp “sana da merhaba” dedi. Adam otobüsün şoförüydü.
Aklında büyükçe bir soru oluştu bu anda ama şoför onu tanımıyormuş gibi
bakmıştı “sen otobüsün şoförüsün” dedi daha sonra. Konuşurken parmağıyla onu
işaret etmişti. Balıkçı anlamaz bir şekilde kıza doğru bakıp “burada otobüs
yok. Ben şoför de değilim. Araba kullanmayı da bilmem” diyerek cevapladı. Sanki
kızın söylediklerini anlamaya çabalıyordu.
Demek ki o şoför değil
balıkçıydı. Balıkçı da olsa onunla konuşabilirdi hem balıkçı şoför gibi değildi
ve konuşabiliyordu. “Peki, balık tutabiliyor musun burada?” dediğinde balıkçı “burada
hiç balık yok” cevabını verdi. “O zaman neden olta atıyorsun” balıkçı cevap
vermeden önce bir an kadar düşündü ki kız o anın ne kadar sürdüğünü bilemedi. O
an sona erdiğinde “belki bir gün gelir ama balıklar. Belki bir gün bende balık
tutarım” avuçlarını çaresiz bir şekilde açarak konuşmuştu.
Bu sözleri kız anlamamıştı.
Orada balık yoktu, hatta hiçbir zaman olmayacaktı ama o balık tutmaya
çalışıyordu. Bir süre boyunca düşündükten ve anlamlandırma çalışmalarından
sonra “peki burada kalabilir miyim?” diye sordu kız. Soruyu sorarken adamın
evet demesi için her şeyini verebilirdi. Geri dönmek istemiyordu. “istersen
kalabilirsin. Eğer istersen yanına alırsın ve istediğin zaman gelirsin buraya.
Ben öyle yaparım mesela. Çok sıkıldığımda buraya gelip balık tutarım hep”
adamın yüzünde büyük bir gülümseme belirmişti.
“O zaman ben istediğim zaman
geriye” kız düşünürken bir anda kendini terk edilmiş otobüs durağında buldu. Gece
olmuştu ve saatlerdir orada oturuyordu. Tam bu esnada şoför, balıkçı veya her
kimse onun karşısında yürüdüğünü fark etti. Ancak onu görmemişti ve yürümeye devam
ediyordu. Yüzünden sanki parçalar dökülüyordu, sanki eksiliyordu attığı her
adımda.
Oturduğu yerden kalkarak hızlı
adımlar onun yanına gitti. “Beni tanıyor musun?” diye sordu daha sonra. Adam
hayır anlamında başını iki yana salladığında şoförden bahsettiği, hiçliği
anlattı ve balıkçıyı betimledi. Adam ise hiçbir şey anlamamış gözlerle ona
bakıyordu. “O zaman gel benimle” dedikten sonra adamın elinden tutup kendine
doğru çekti.
Bir anda hiçlikte bulmuşlardı
kendini. Denizin kenarında duruyorlardı önlerinde iki tane olta vardı. Hiçbir
şey konuşmadılar, konuşacak hiçbir şey yoktu. Oltalarını alıp denize attılar ve
balık tutmak için beklediler. Ancak fazla beklemediler ikisi de oltalarının
gerildiğini hissetti ve çektiklerinde iki tane balık gördüler.
Balıkları tekrardan denize
attıktan sonra adam kıza doğru dönüp “sen bu sabah makyaj yapmadın, kaç gündür
saçlarını da taramıyorsun ve hep üzgün olduğunu görüyorum. Seni üzgün görmek
beni mahvediyor ama. Sanki güneş hiç doğmuyor sen üzgün olunca” dedi. Yanakları
kırmızı olmuştu utanmaktan. “Ben seni hep mutlu görmek istiyorum” dedi ve daha
sonra kıza doğru baktı “gözlerin çok güzel. Hep gözlerinde yansımamın olmasını
istemiştim” kız ne söyleyeceğini bilemiyordu o anda varlığından haberdar
olmadığını biraz onu anlamıştı. Çok başka bir duyguydu.
Adam “deniz neden siyah” diye
sorduğunda denizin rengi maviye dönüşmeye başladı. Daha sonra kız adama bakmaya
devam etti. Oltaları tekrardan denize attılar. Artık denizin içinde yüzen
balıkları görebiliyorlardı.
Ve aşk güzel şanssızlıklardan
doğardı.
0 Yorumlar