Gölge oyunu - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

22 Şubat 2013 Cuma

Gölge oyunu


Güneşin batmaya yaklaştığı bir Eylül günüydü. Gökyüzü kızıl bir tona bürünmüş teperlerin ardında kaybolmaya hazırlanan güneş alev renginde parıldıyordu. Birçok insan evlerine dönmeye çalıştıkları sırada durmuş ve güneşin batışını seyretmişti. Genellikle o kadar güzel bir görüntü olmazdı. Şehrin kirlettiği hava puslaştırırdı her şeyi. Ancak birkaç saat önce yağan yağmur gökyüzündeki tüm kiri yere indirmişti ve o anda gökyüzüne bakanlar uzun zamandır görmedikleri kadar güzel bir görüntü ile karşılaşmışlardı.

Herkes büyük bir heyecanla gökyüzünün muhteşem büyüsünü seyrederken tek bir kişi gökyüzüne bakmıyordu. Başını yere doğru eğip etrafını seyrediyordu. Gökyüzünde onun için hiçbir şey yoktu. Bulutlarla veya renklerle ilgilenmezdi. Gün batımı veya gün doğumunun da bir anlamı yoktu onun için. O hep yere bakardı. Yerden yukarıda görmek istediği bir şey yoktu onun. Bu yüzden başını hiç kaldırmadan insanların arasından yürümeye devam etti. Birçok kişi onu fark etmedi bile. Onu fark etmemelerini umursamadı ama.

Etrafında tanıdığı kimse yoktu. Tanıdığı kimse olmamasından da mutluydu. Birisini görse mesela onun yüzüne bakması gerekirdi. Toplumun kuralları bunu gerektirirdi. Ancak insanların yüzüne bakmayı sevmezdi. Anlamsızdı çünkü insanların yüzü. Sahteydi hatta yalancı gülümsemelerle doluydu. Sahtelikten de yalanlardan sıkıldığı gibi sıkılmıştı. İnsanların yüzüne bakmak ile mimikleri değişebilen bir kuklaya bakmak arasında hiçbir fark yoktu. Hatta kuklalar daha sahiciydi insanlardan. En azından yapılma amaçları belliydi. Üzün görünümlü bir kukla mutlu olmaya çabalamazdı. Kimse ondan mutlu olmasını beklemezdi. Ancak insanlar mutlu görünmek için o kadar çabalarlardı ki üzüntü kavramı anlamını yitirmişti.

Zaten kimseyi görememek için başka bir şehre taşınmıştı. Kaldığı eski şehir uygun değildi ona. Güneş doğru açıyla düşmüyordu. Işığın bir yere doğru açı ile düşmesi gerekirdi. Bu yüzden sadece belirli saatlerde dışarıya çıkardı. Sadece belirli saatlerde ve belirli hava koşullarında dışarıda olurdu. Öbür türlü şehri anlayamazdı. Şehri anlayamadığında da bomboş olurdu hayatı.

Doğru ışık altında gölge en belirgin hale gelirdi. Doğru ışık altında gölge ona bakmayı bilenlere her şeyi anlatırdı. Bu yüzden hiçbir zaman yukarıya bakmazdı. Hep gölgeleri incelerdi. Duyabilirdi gölgelerin anlattığı hikâyeleri. Sahte gülümsemeleri olmazdı gölgelerin veya yalan gözyaşları. Sadece doğruyu söylerdi onlar. Bu yüzden insanlara değil gölgelerine bakardı.

Gölgelerle vakit geçirmek çok daha güzeldi. Sahiciydiler, güzel dinlerlerdi ve onlara her zaman güvenebilirdin. Hiçbir gölge katil olmamıştır mesela ve hiçbir gölge yüreğini çalmamıştır. Güneşin son ışıkları kaybolduğu sırada evine doğru yürüyordu. Dışarıda doğru ışık kaybolmuştu ve evi olmak istediği tek yerdi.

Eve vardığında salona doğru yürüdü. Hep oturduğu koltuğun arkasındaki bir mumu yaktı ve duvarda gölgeler oluştu. Daha sonra biraz daha ilerledi ve pencerenin yanındaki başka bir mumu daha yaktı. Gölgelerin sayısı arttı bu şekilde. Koltuğunda oturduğunda karşısındaki duvarda başka kendi gölgesi duruyordu ve yan tarafında başka bir gölge. Arkadaşıydı o, sırdaşıydı. Ne zaman dertleşmek istese onunla konuşurdu. Her zaman anlatmak istedikleri vardı ve o hiçbir zaman dinlememezlik yapmazdı.

O gölge olmasa hayata nasıl dayanabilirdi bilmiyordu. Her şeyi sırtında taşırsa eğer yürümeye devam edebilir miydi daha fazla. Sırdaşı ile konuşmaya devam etti. Anlatmak istedikleri bittiğinde koltuğun arkasındaki mumu söndürdü ve ondan biraz daha uzakta bulunan başka bir mumu yaktı. Bu sefer yanında başka bir gölge belirmişti. O gölgenin ismi eğlenceliydi. Canı ne zaman sıkılsa, eğlenmek istese onu çağırırdı yanına. Her zaman iyi gelirdi o. Komik fıkralar anlatır, kaybolan neşesini yerine getirirdi.

Bolca kahkaha attıktan sonra en son yaktığı mumu söndürdü. Karşısındaki tüm gölgeler kayboldu. Aslında kendini kandırmaya çabaladığının farkındaydı. Ancak bir şekilde gölgeler diyarı ile iletişim kurabildiğini düşünüyordu. Bunu düşünmeye başladığı sırada istediği gölgeyi yanına çağırabildiğini fark etti. Mesela koltuğunun yan tarafına bir insan modeli yaptı. Yanan ışığın açısına göre o ışığın modeli değişiyordu.

Yalnız yemek yememek için insan modellerinden birkaç tane de yemek masasına koydu. Kendi gölgesi ile onlar arasında bir bağ vardı ve o baş onun için her şeyden daha gerçekti. Bazen nereden geldiği belirsiz bir rüzgâr eser ve gölgenin ona kızdığını hissederdi veya bazen o rüzgâr esmez ve gölge kahkaha atardı. Hayatını, düşüncelerini, fikirlerini gölgelerin verdiği tepkilere göre şekillendirmişti. Bazen tamamıyla gölgeler diyarına gitmek isterdi. Gölgeler gibi olmak isterdi, kaybolmak, unutulmak en büyük hayalleriydi. Zaten kimsenin hatırladığı yoktu.

Kalan diğer mumu da söndürüp başka bir koltuğa geçti. Onun arkasındaki iki tane mumu yaktı ve oluşan gölgeye hayranlıkla baktı. O’nun gölgesiydi. Eğer hissettiklerinin adı aşksa o gölgeye âşıktı. Onun nasıl oluştuğunu bilmiyordu. Kendine gölgelerden oyun parkı yapmaya çabalarken bir anda karşısında belirmişti. O hayatı boyunca gördüğü en güzel şeydi. Her gece onu yanına çağırırdı. Daha sonra onunla uzun uzun konuşurdu. Elini onun elinin üzerine koyup ele ele tutuşurlardı. Bazen başını onun omuzuna yaslayıp uykuya dalardı. Eğer hissettiği duygunun adı aşksa ona âşıktı.

O akşamda uzun uzun sohbet ettiler. Daha sonra gölge bir anda durup “artık beni bırakmalısın” dedi “hayatına devam etmelisin.” Adam bunu duyunca şiddetli bir şekilde karşı çıkıp “senden asla vazgeçmeyeceğim” dedi “ne olursa olsun seni hiçbir zaman bırakmayacağım. Asla unutamayacağım seni. Kurduğum her cümlede sen olacaksın. Sensiz bir rüya görmeyeceğim ben.” Onun neden bunları söylediğine dair hiçbir fikri yoktu. Belki gitmek istiyordu ama bunun da sebeplerini bilmiyordu. Ona her şeyini veriyordu. İstese dünyayı yerinden oynatmayı deneyebilirdi ama o hiçbir şey istemiyordu. Onun gerçek olmasını istiyordu her zaman. Sadece gölgesini için değil kendisi için de mutluluğu arıyordu.

Daha sonra gölge adamı sakinleştirmek için elini onun elinin üzerine koydu. Adam başını onun omuzuna yasladı. Oysa onu yastıklardan yapmıştı. Başı onun omuzunda uykuya daldığı sırada bir gürültü duyarak uyandı. Penceresinden dışarıya doğru sırtında çuval olan bir adam çıkıyordu. Adam pencereden dışarıya çıktığı sırada ada penceresinden çıkıp sokakta koşmaya başlamıştı. Nelerin çalındığını görmek için etrafına baktığında gölgelerin gittiğini gördü. Tüm gölgeleri çalınmıştı. Koşar adımlarla hırsızı takip etmeye başladı.

Aralarında oldukça mesafe vardı ve hırsız hızlı koşuyordu ama onu kaybetmeye hiç niyeti yoktu. Koşarken bir yandan da neler yapabileceğini düşünüyordu. Polisi arayıp gölgelerim çalındı diyemezdi mesela. Şikâyet edecek hiçbir yer yoktu. Bu yüzden tüm gücüyle koşmaya devam ediyordu. Hırsız sürekli sokak değiştiriyordu kaybolmak için. Ancak adam onun gölgesini takip ettiği için nereye gideceğini tahmin edebiliyordu. Onun gölgesini takip edemediği zamanlarda çantasından yere düşen gölgelerin izinden gidiyordu.

Derken bir apartmanın önünde yere düşen gölgeler sona erdi. Adam da hırsızın nereye gittiğini görememişti. Bu sebeple apartmanın kapısının yanına gitti. Kapı açıktı, demek ki içeriye girmişti hırsız. Sessiz adımlarla merdivenlerden yukarıya doğru çıkarken yerde birkaç gölge daha gördü. Yarı kapının gittiğinde içeriden konuşma sesleri duyuyordu. Bir kadın sesi “işte paran, şimdi git ve bir daha karşıma çıkma diyordu.” Daha sonra pencere açılıp bir atlama sesi duydu. Gölgeleri içeride olmalıydı.

Kapıyı sert bir şekilde açıp içeriye girdi. O içeriye girdiğinde kadın gölgeleri evin her tarafında bulunan kuklalara bağlıyordu. “Çabuk bırak onları diye bağırdı” kız tedirginlik içinde elini tuttuğu çantayı yere düşürdü ve gölgeler etrafa saçıldı. “Onlar benim asla vazgeçmem onlardan” dediğinde adam içeri doğru girip kızın yanına kadar gelmişti. “Sen benim gölgelerimi çaldın” öfkesinin gözlerinden okunmasına gerek yoktu tüm gücüyle sıktığı yumruklarından anlaşılıyordu her şey.

“Hayır, çalmadım onları, sadece ait oldukları yere getirdim. Bedensiz gölgeler ne işe yarar ki?” kız yarı suçlu yarı pişman bir tondan konuşuyordu. Mahcup bir edayla ellerini iki yana açmıştı. Adam kızın duruşu karşısında sıkılı olan yumruklarını biraz gevşetmişti “ama onlar benim geri almam lazım.” Kız hafifçe gülümsedi, adam onu göremese de hissetti gülümsediğini. İçerisi karanlıktı birbirlerini göremiyorlardı.

Kız “izin verirsen ışığı açmak istiyorum hem belki pazarlık yaparız. Gölgelerin bir kısmına karşılık kuklalarımın bir kısmı mesela” dediğinde adam başını eğerek onu onayladı. Daha sonra kız adamın yanından geçerek elektrik düğmelerinin yanına gitti. Düğmelerden gelen bir klik sesinin ardından içerisi aydınlandı.

O anda adam ne kızın siyah saçlarına baktı ne de siyah gözlerine. İçinden ne saçlarındaki huzura ne de gözlerindeki mutluluğa dair cümleler geçti. Kızın duvardaki gölgesine bakakalmıştı. “Onun gölgesi” diye haykırdı. Sesi o kadar güçlü çıkmıştı ki kız irkilerek geriye doğru birkaç adım attı “hayır bu benim kendi gölgem.” “Hayır, onun gölgesi bu. Oumzunda defalarca kez ağladığım, aşkın tanımını onda bulduğum gölge bu” bir anda adamın ses tonu değişip her şeyini kaybeden birinin hüznüne büründü.

“Yanılıyorsun bu benim kendi gölgem. Bahsettiğin gibi bir gölge gelmedi buraya” kız adamın sözlerine anlam vermeye çabalarken adam kızın gölgesini incelemeye devam ediyordu. Gölgenin olduğu duvara doğru yaklaştı. Gölgeyi incelerken “evet senin gölgen ama o gibi kokuyor” dedi. Gölge ile uğraşmayı bırakıp kızın gözlerinin içine bakmaya başladı. Eğer hissettiği duygunun adı aşksa o aşkın gerçek anlamını öğreniyordu. Kızın elini tutup “sen O’sun!” dedi “senden asla vazgeçmeyeceğim.”

Ve aşk onun gölgesini bir kez olsun görebilmek için bir güneş yaratmaktı.

Resim: Tomasz Alen Kopera

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar