Aydan atlayan kız - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

17 Şubat 2013 Pazar

Aydan atlayan kız


Ilık bir son bahar gecesiydi. İnsanların bir kısmı yazın bitiyor olmasına sevinirken bir kısmı kışın geliyor olmasında buluyordu mutluluğu. Mutluluk komik olmayan bir şakaydı kimine göre. Şehre ilk kar düşmeden 73 gün önceydi. İlk kar düştüğü zaman çok önemli olaylar olacak, gökyüzü parçalanmaya başlayacaktı. Günlerden Perşembeydi. O gece birçok farklı evde birçok farklı hikâye yaşandı. Öyle öyküleimsenin gücü yetmezdi. Şehir o gece mutsuzdu, ağlıyordu. 

Her yer karanlıktı o gece. Kimsenin ışığa tahammülü kalmamıştı. Karanlığın yaşadıklarını saklamasını umuyorlardı inançsız bir şekilde. Belki karanlık düşüncelerini bastırabilirdi. Belki karanlığın içinde saklanabilirlerdi kâbuslarından. Belki sadece bir kaçıştı karanlık. Aslında bunların hiçbirini yapmazdı karanlık. Düşüncelerin serbestçe güçlenmesine izin verir, kâbusları elleriyle beslerdi. Gece olduğu zaman düşünmek zorunda kalırdı insan ve o gece bütün şehir düşünüyordu.

Kara kaplı evlerden birisinde de farklı değildi yaşananlar. Bir kız aynanın karşısında durmuş kendine bakıyordu. Üzgündü, asıktı yüzü. Makyajı akmış, gözlerinden aşağıya doğru siyah çizgiler oluşmuştu. Ağlıyordu. Yüzündeki tüm makyajı silmeyi düşündü ama bunu yapmak bir şeyi değiştirmeyecekti. Hem o halini gören birisi nasıl hissettiğini anlayabilirdi. Kendisi de bu sayede nasıl hissettiğini anlayabiliyordu.

Her şey o kadar hızlı ilerlemişti ki olanlar yüzünden kimseyi suçlayacağını bilmiyordu. Başkalarını suçlamaya çalışmakta gereksizdi. Yaşadıklarından bir tek o sorumluydu. Görmemişti gerçekte olanları, arkasından kurulan planları. Belki de fazla iyi kalpli olmasından kaynaklanıyordu her şey. Belki suçlu sadece kendisiydi. Niye boş yere umut edip, hayaller kuruyordu ki? Neden hep mücadele etmeye devam ediyordu. Aslında beklemekten vazgeçse çok daha mutlu olabilirdi ama o bunu yapmayı hep daha güzel bir yarını beklemişti. Bekledikçe de gözyaşları için yeni nedenler keşfetmişti.

O sebepleri araştırmaya devam ettikçe suçlunun yine kendisi olduğunu düşünüyordu. Aslında kendisi değildi içinde asla akıllanmayan, umut eden, mutlu olmayı isteyen küçük bir kız çocuğu vardı ve tüm suçlu oydu. Hep o suçluydu umut etmezse hayal kırıklığına uğramazdı. Hayal kırıklığına uğramasa canı yanmazdı. Canı yanmazsa eğer ağlamazdı. Her zaman o çocuğu suçlardı. Olanların tek sorumlusu oydu ve onu istemiyordu daha fazla.

Aynaya bakmaya devam ediyordu. Kendini hep üzgün görmekten hoşlanmıyordu. Artık makyaj malzemelerinin kapatamadığı bir hüzün vardı üzerinde. Bu yüzden günlerdir evden dışarıya çıkmamıştı. Aynaya doğru baktı ve “senden nefret ediyorum” dedi “senden nefret ediyorum çocuk. Hep senin yüzünden acı çekiyorum. Sanki bir bok varmış gibi hep hayal kuruyorsun. Senin yüzünden çok acı çektim ben. Anla artık bu hayatta hayal kurmak gereksiz. Lütfen git. Daha fazla acı çekmek istemiyorum.” Konuşurken kelimeleri gözyaşlarıyla ıslanıyor ve ağzından çıkarken anlamsızlaşıyordu. Daha fazla ayakta duramayacağını anladığında dizlerinin üzerine çöktü, başını duvara yasladı.

Bu esnada içindeki küçük çocuk sıkılmıştı hep aynı şeyleri duymaktan. Ona yardımcı olmak istiyordu ama ne zaman bunu yapmaya kalksa suçlu yine kendisi oluyordu. Dayanamıyordu artık. İstenmediği bir yerde durmanın anlamı kalmamıştı. Belki gitse her şey çok daha güzel olurdu. Zaten istenmediği bir yerde durmanın anlamı yoktu. Oyuncak bir bebeğini aldı bir eline diğer eliyle ahşap bir merdiveni tuttu ve tırmanmaya başladı.

Saatlerce, günlerce belki de aylarca tırmandı o merdivene. Daha sonra gri bir toprak parçasına vardı. Orada hiçbir şey yoktu. Merdiveni dünyaya doğru itti daha sonra. Geri dönmek istemiyordu ve Ay’ın yüzeyinde dolaşmaya başladı. Başlarda eğlenceliydi düşük yerçekimli bir ortamda zıplamak, koşmak. Ancak bir süre sonra onları yapmanın bir anlamı kalmamıştı. Yere oturdu ve beklemeye başladı. Bekleyecek hiçbir şeyi yoktu ama yine de bekledi. Sebepsiz yere gülümsüyordu, onun gülümsemeleri fazlaydı hayat için.

Daha sonra tekrardan ayağa kalktı ve ayın karanlık tarafına doğru ilerlemeye başladı. Kimse tarafından bulunmak istemiyordu. Hem ayın karanlık yüzünü gören ilk kişi olacaktı ve ayda zıplamak çok eğlenceliydi.


Çocuk gittikten sonra daha fazla ağlamadı. İçinde büyük bir boşluk oluşmuştu ama umursamadı. Islak bir mendil alıp akan makyajını sildi. Aslında çok garip hissediyordu. Hiçbir beklentisi hiçbir umudu kalmamıştı. Daha iyi hissetmiyordu ama kötü olduğu da söylenemezdi. Daha doğrusu hiçbir şey hissetmiyordu. Bu hissizliğe alışması biraz zaman alacaktı belki de bilemiyordu.

Aynaya daha fazla bakmasının bir anlamı kalmayınca uyumaya karar verdi. Hiç rüya görmedi, hiç kâbus görmedi. Uyandığında vakit öğleye yaklaşmıştı. Kahvaltı yaptıktan sonra dışarı çıkmaya karar verdi. Canı hiçbir şey yapmak istemiyordu. Uzun bir süre oyunca sadece yürüdü. Yemek yedi, sinemaya gitti hangi filmi izlemesi gerektiğini bile düşünmeden. Film bittikten sonra alışveriş merkezlerinden bir tanesine girdi. Amaçsızca satın aldı bazı elbiseleri. Başka bir film izlemeye karar verdi. Yemek yedi, dolaştı, yürüdü ve gece olmaya yakın evine geri döndü.


Küçük kız ise ayın karanlık tarafına varmıştı. Hep orada çok eski bir medeniyetin yaşadığını düşünürdü. Çok ileri bir teknolojiye sahip çok iyi uzaylılar var orada derdi. Yanıldığını görmek onu üzmüştü. Yere oturdu daha sonra ve uzayın sonsuzluğunu seyretmeye başladı. Keşke imkânı olsaydı da yıldızlardan birisine gidebilseydi. Bir sürü gezegen vardı orada ve elbette birisinde yapacak bir şeyler bulabilirdi. Ay’ın üzerinde hiçbir şey yoktu. Canı sıkılmıştı ama geri dönemezdi. Ağzının içini nefesiyle doldurup yanaklarını şişirdi. Daha sonra oyuncak bebeğiyle konuşmaya başladı “bak Roza burayı Ay. Beni daha fazla istemeyince buraya geldim. Çok üzüldüm ama yapacak hiçbir şey yok burada. Geri de dönemem, en iyisi biz oyun oynayalım seninle.”

Bir süre boyunca oynadılar, konuştular, sohbet ettiler. Daha sonra oyunları bittiğinde ayağa kalkıp yürümeye başladı. Belki bir şeyler bulabilirdi ayın üzerinde. Belki küçük bir meteor çarpmıştı ve onun içinden çok güçlü bir şey çıkabilirdi. Hatta belki süper güçleri bile olabilirdi onun. Her şeye rağmen ayda zıplamak çok eğlenceliydi. Hele takla atmaya başlayınca çok daha eğlenceli oluyordu.

Zıplayarak ilerlemeye devam eti. Dünyadan çok küçük gözükmesine rağmen oldukça büyüktü Ay. Belki hala içinde bir şeyler bulabilirdi. Yüzü gülümsemeye devam ediyordu. En azından ayın üzerinde yürüme fırsatı bulmuştu. “Benim için büyük bir adım ama büyük birisi küçük bir adım aslında” dedi eğlenmeye devam ederken. Daha sonra ileride birisi gördü. Otuz zıplama uzaktaydı belki en fazla otuz beş. Ona doğru zıplamaya devam etti.

Küçük bir erkek çocuktu o. Yanına geldiğinde omzuna hızlı bir şekilde vurdu “hadi kalk oyun oynayalım.” Çocuk başını yavaşça çevirdi ve kızı gördüğünde bir şaşırma ifadesi oluştu. “Hadi oyun oynayalım” diyerek ayağa kalktı çocuk ve el ele tutuşup zıplamaya başladılar. Beraber taklalar atıp, kim daha uzağa zıplar oyunu oynadılar. Daha sonra hayali bir jürinin karşısına geçip en güzel taklayı kim atar oynadılar. Beraber kahkahalar atıyorlardı.

Bir süre daha oynadıktan sonra yoruldular ve oturmaya karar verdiler. “Seni de mi istemediler daha fazla” diye sordu kız üzgün bir ifade ile. “Bana daha fazla ihtiyacı yokmuş. Hep acı veriyormuşum ben” çocuk da kızın üzüntüsüne ortak olmuştu. Birbirlerine sarılıp ağlamaya başladılar. “Sence bizsiz mutlu olmuşlar mıdır?” diye sordu kız bir yandan avuç içiyle gözyaşlarını silmeye çalışırken. “Bilmiyorum ki ama bence mutlu değillerdir. Nasıl mutlu olabilirler ki hem. Bizsiz oyun oynayamazlar, oyunsuz bir hayat çok sıkıcı olur” çocuk konuşurken kızın elini tutmuştu.

“Acaba geri mi dönsek” diye sorduğunda kız “evet geri dönelim zaten Ay çok sıkıcı” diyerek cevapladı kız ve birlikte zıplayarak ilerlemeye başladılar. Dünyayı gördükleri sırada bir süre boyunca seyrettiler. “Benim evim şurda galiba” gibi cümlelerle nerede oturduklarını bulmaya çalıştılar.  Kız “peki nasıl geri döneceğiz” dediğinde çocuk “bence atlarsak çok eğlenceli. Hem düşerken bulutlara tutunuruz” diye cevapladı. İkisinin de gözlerinin içi parıldamıştı ve el ele tutuşup atladılar.


Onlar düşmeye devam ederken dünyada aylar geçmiş ilk karın yeryüzüne düştüğü o gün geçmişti. Kız amaçsızca gittiği işinden çıkmış eczaneye uğramış ve bir kutu uyku ilacı almıştı. Gecelerin bir anlamı yoktu onun için. Acı çekmeyi bile özlemişti ama itiraf edemiyordu kendine. Duygusuz bir hayatın hiçbir anlamı yoktu, boşunaydı yaşamak. Hayatı ne iyiydi ne de kötü. Anlamsızdı hayat.

Bir an bir çığlık duyduğu sandı. Daha sonra duyduğunun yüksek sesle atılan bir kahkaha olduğunu gördü. Başını yukarıya doğru kaldırdığında aylar önce ovduğu küçük kızın ona doğru geldiğini gördü, gülümsedi. Kollarını ona sarılmak için iki yana açtı. Küçük kızda onu taklit etti. Kızın yanına indiğinde koşarak ona sarılıp “çok özledim seni” dedi. Beraberce güldüler daha sonra.

Tam o anın sonuna doğru içindeki küçük kız “hey şuraya bak” dedi “onu ben tanıyorum.” Küçük kızın işaret ettiği yerde bir adam duruyor ve ona doğru bakıyordu. Birbirlerine doğru yaklaştılar daha sonra. Erkek “merhaba, acaba daha önce tanışmış mıydık?” diye sorduğunda kız “sanmıyorum ama galiba tanışmamız gerekiyor” dedi. Birbirlerine baktılar bir süre boyunca. Anlatmadılar ama çocuklarını kovduklarını. Ancak içlerindeki çocuklar zaten tanışmıştı. Daha beraber bir kahve içmeye karar verdiler. Kız çok uzun zaman sonra gülümsüyordu.

Ve aşk iki farklı yolun hiç olmadık bir yerde kesişmesiydi.

Resim: Marc Allante



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar