Çok uzak bir diyarda kimsenin yerini bilmediği bir diyar varmış. Bu yüzden kimse gidemezmiş o diyara. Sokaklarından kimse geçmezmiş. Her zaman yağmur yağarmış orada. Güneş hiçbir zaman koyu renkli bulutların arasından kendini göstermezmiş. Saklanır ve beklermiş asla gelmeyen bir yarını. Tek bir gün yaşanırmış orada ve o günün adı yalnızlıkmış. Çiçeklerin açmadığı bir mevsim varmış orada. Bülbüller hep suskunmuş ve Anka kuşu yuvasını hiç terk etmezmiş.
O diyarın tam orta yerinde
etrafı surlarla çevrili bir kale varmış. Kalenin etrafındaki surların dışarıda kalan bölümü parçalanmıştı içeriye girmek isteyenlerin
saldırıları sonucunda. Başkaları fetih etmeye çabalarken kaleyi içeriye yeni
surlar örülmüştü. Bu yüzden fazlaydı sayıları ve o kalenin içlerinde bir kız
yaşarmış.
Kalesinin dışının nasıl
göründüğünü hatırlamazmış kız. Kale duvarlarının arasında tek kişilik bir
yaşamı varmış. İşte bu hikâye o kızın öyküsüdür. Kimse bilmezdi duvarlarının
çokluğunun sebeplerini. Bu yüzden onun hikâyesi bu kadar önemliydi.
Her sabah kalkıp en güzel
elbiselerinden birini giyerdi. Onun her elbisesi güzeldi aslında. Kabarık
etekleri, birbirinden güzel işlemeleri vardı onların. Elbisesini giydikten
sonra aynanın karşısına geçer ve saçlarını tarardı. Beline kadar uzanan siyah saçlarının
içinde gece saklanırdı. Dolunay onun siyah gözlerinde yaşardı. Bu yüzden kimse
onun gözlerine uzun süre bakamazdı. Bakan herkesin gözleri bir süreliğine
körelir ve baktığı her yerde onu görürdü.
Ancak o asla beğenmezdi
kendini. Kimsesiz bir diyarın prensesiydi. Masallara olan inancını uzun zaman
önce kaybetmişti. Umutlarının onu terk
etmesi de aynı zamanlara denk düşerdi.
Odasından çıktıktan sonra
penceresiz kalesinde dolaşmaya başlardı. Tüm pencerelerini kaldırmıştı o.
Dışarıyı göremezdi, bilmezdi nelerin yaşandığını. Kapılarını duvarlarla ördüğü
için dışarıya çıkamazdı da. Kendi yalnızlığında tutsaktı o. Prangaları yoktu
belki ama zindanı kalesiydi. Kalesindeki turu bittikten sonra tahtına oturur ve
iç seslerini dinlerdi. Şarkı söylemeyi unutmuş bülbülüyle bakışır ve bordo
renkli alıp kimsenin duyamayacağı bir şarkı bestelerdi.
Kemanını yanı başına
bıraktıktan sonra kara kaplı defterini alırdı eline. Sonra kuş tüyü kalemini siyah
mürekkebine batırıp içinden geçenleri defterine anlatırdı. O defterden başka
dinleyeni yoktu onun. Başka birisi dinlese bile onu anlamayacağını düşünürdü.
Kimsenin okuyamayacağı haykırışlar biriktirirdi kara kaplı defterinde. Bazen
uzun zamandır görmediği kalesinin dışındaki toprakları anlatırdı. Duvarların
dışında yemyeşil tepeleri, rengârenk çiçekleri anlatırdı. O yeşil tepenin
üzerinden gördüğü denize bakar ve uzakları seyrederdi satırlarında. Yazılarında
hayalleri vardı onun. Önce hayallerini yazar daha sonra onların teker teker
yıkılmasını anlatırdı.
Bolca düşünür, nerede hata
yaptığını sorgulardı. Kendi içine yaptığı yolculuklardan çıkamazdı bazen. Onu
suçlayan iç sesleri ile kavga eder, onlarla savaşlara girerdi. Sahip olduğu
yaraların çokluğu da bu yüzdendi. Eskiden başkaları onun kalesini fethetmeye
çalışmış ve onda yaralar açmıştı. Daha sonra o yaraları büyütmüş ve asla
iyileşmemesini sağlamıştı.
Öteki günlerin birebir aynısı
başka bir gündeydi. Kemanıyla bir başka bestesini bitirmiş ve suskun kuşlarıyla
bakışmaktaydı. Her günü bir diğerinin aynısıydı aslında. Her şeyi aynı sırayla
yapar hep aynı saatte kalkardı. Sıradanlığına alıştığı olağan bir gündeydi.
Kendini sorgulamadan hemen önceki zaman dilimin içinde başıboş bir şekilde
gezinirken bütün olağanlıklar parçalanmaya başladı. Kalesinin hemen dışından
güçlü, kararlı ve mahcup bir ses duydu. Ses tonu yorgunluktan parçalanmış
gibiydi “Prensesim lütfen içeriye girmeme izin verin.”
Başka bir sesi duymayalı çok
uzun zaman olmuştu. Bu nasıl gerçek olabilirdi ki? Birisi onca duvarı, suru
aşıp nasıl yanına gelebilirdi. Hiçbir savaş sesi veya top atışı duymamıştı. Surların
yıkıldığının da farkında değildi. Birisi nasıl olur da içeriye girebilmişti?
İçeriye girmelerini engellemek için onca önlem alıp ihtimalleri imkânsızlaştırmışken.
O nasılı düşünürken ses konuşmaya devam etti “ lütfen Prensesim, sizi bir kez
olsun görebilmek için geldim. Lütfen beni içeriye alın.”
Prenses hala şaşkınlığın şokunu
üzerinden atamamıştı. Bir korku dalgası bedenini sarıyor ve kaçmanın planlarını
yapıyordu. Neyse ki onun içeriye girme ihtimali yoktu tüm kapıları ve
pencereleri mühürlemişti kara bir büyü ile. Kimse içeriye giremezdi. Konuşmaya
karar verdiğinde şaşkınlığı gizlemeye çabalıyordu “Sen, ne arıyorsun burada?
Söyle nasıl geldin?” Kelimelerini güçlü bir tondan söylemeye çalışıyordu gelen
kişiyi korkutmak adına. Bundan önce gelenler hep zarar vermişti ona. Bedeninde
asla iyileşmeyen yaralar bırakıp, gitmişlerdi acımasızca. Hazineleri de hep
çalınmıştı zaman içinde artık kocaman bir sarayda hiçbir şeysiz yaşıyordu.
“Sizin için geldim Prensesim.
Duvarlarınızı yıkmadım ama. Tek bir hüzün tanesine zarar vermedim. Tırmandım
hepsine, günlerce gecelerce tırmandım. Surların tepesinde ejderhalarla
savaştım. Defalarca kez öldüğümü sandım ama devam ettim. Şimdi kapınızdayım
prensesim. Dizlerimin üzerine çökmüş size yalvarıyorum” dışarıdaki adam
konuşurken sesindeki yorgunluğun tonu giderek artmıştı. Duvara üç kere vurdu
ama ses çıkmadı. Parmakları parçalandı ama prenses bunu bilmedi.
“Kimin için geldin buraya
bilmiyorum ama aradığın prenses burada yok. Gitti veya öldü bilmiyorum. Boşuna
tepmişsin bunca yolu. İçeride senin için hiçbir şey yok” prenses konuşurken
hala sert olmaya çalışıyordu. Ağzından çıkan kelimeler önüne çıkan her şeyi
parçalıyor, duvarların önünde bekleyen adamın tenini yırtıyordu.
“Yanılıyorsunuz prensesim.
Buraya masalların haritasını takip ederek geldim ben. Attığım her bir adım için
bir damla kanımı bağışladım. Dilek perileri yardım etmeyi çok istedi bana kabul
etmedim. Onlara dedim ki ona tek başıma ulaşmalıyım ben. Kanımı akıtmazsam
harika hiçbir zaman doğru yolu göstermez” adam konuşurken kelimeleri
göz yaşlarıyla ıslanmıştı. Onun cümlelerini dinleyen birisi olsaydı eğer
kesinlikle ağlardı.
Prenses ise çok uzun zaman sonra
göz yaşlarıyla tanışmıştı “gelme boşuna bekleme. İçeriye giremezsin. Tam bu
esnada uzun zamandır suskun olan bülbülü bir şarkı söylemeye başladı. Prensesin
daha önce hiç duymadığı bir şarkı kalenin içinde yankılandı. Bu arada prenses
şarkıya tezat başka sözler sarf etmekteydi “git buradan. Hani haritayı takip
ettiysen seni yanlış yere götürmüş. Git hadi.”
“Yüce bir ejderhanın sakladığı
aşkın haritasını takip ettim ben prenses. Buraya gelebilmek için çöllerden
geçtim. İzin verin bu duvarın taşlarını teker teker sökeyim. Ömrümü alsa bile
izin verin kalenizi tekrar açayım dışarıya. Sizin izin vermezseniz ben içeriye
giremem Prenses. İzniniz olmadan kalbinize ulaşamam. Lütfen bana bir şans
tanıyın” adam konuşurken ayağa kalkmış ve iki elini kalenin duvarlarına
dayamıştı. Gözlerinden süzülen yaşlar yere damlıyor ve damlaların düştüğü yerde
çiçekler açıyordu.
“Gelme lütfen bir hayal
kırıklığı daha kaldıramam ve buraya gelemezsin. Git lütfen, lütfen git” prensesin
artık göz yaşlarını durduracak gücü kalmamıştı.
“Lütfen prensesim siz
isterseniz tüm yollar açılır. Lütfen bana bir şans verin” adam konuşurken
prenses içinden onu görebilmeyi diledi. Bu esnada çok uzun zamandır yuvasını terk
etmeyen Anka kuşu havalandı. O gökyüzünde alevler çizerek ilerlerken adam
hayranlıklar içinde ona bakıyordu. Anka kuşu kalenin etrafında bir tur döndü.
Onun dönüşüyle birlikte tüm duvarlar ve kapılar açıldı. Prenses şaşkın bir
şekilde karşısında beliren kapıya bakarken adam kapıyı açtı. O içeriye girdiği
anda prenses ile göz göze geldi ve aşk böyle bir masalda başladı.
resim: Aquasixio
0 Yorumlar