Puslu bir Ekim akşamındaolarak terk etmemişti hayatı. Mevsimler arasında sıkışmış bir gün bitime yaklaşıyordu. Geceye birkaç saat kalmıştı belki daha az vardı. Güneş kaya başlamıştı. Saatlerin geri alınmasına ve insanların kısa süreliğine de olsa zamanı şaşırmasına sayılı gün kalmıştı.
Haftanın son günüydü. Ertesi gün tekrardan
başlayacak olan koşuşturmacanın ağırlığı çökmüştü havaya. Havanın ağırlığı yağmur
ile birlikte toprağa karışıyor ve herkesi etkisi altına alıyordu. İnsanların
bir bölümü evlerine erkenden dönmüş ve tembelce dinleniyordu. Bazıları yeni
haftaya lanetler okurken azınlıkta kalan bir bölümü ise yeni bir heyecana
tutunmaya çabalıyordu Pazartesi olunca düşmemek için. Dakikalar ilerledikçe
sokaklar yavaşça tenhalaşıyordu. Bu esnada hala eve dönüş yolculuğuna
başlamamış olanlar ise hızlı hareket etmeleri gerektiğini söylüyorlardı
kendilerine.
Bazı apartmanların bazı dairelerinde ışıklar sönmeye
başlamıştı. Yüksek katlı binalar ışıklarını gri bulutlara yöneltmiş ve
karanlıkta kalmak istemeyen martıları etrafına toplamıştı. Evlerin perdeleri
çekilmiş ve dış dünyadan soyutlanma başlamıştı. Televizyonların sesleri biraz
daha açılmış ve bu sayede dışarısı ile olan bağlar azaltılmıştı. Akşam yemeği
saatinin üzerinden oldukça zaman geçmiş olmasına rağmen o ışıkları sönük
evlerden birinde akşam yemeği yenmemişti. Öğle vaktinde sofra kurulmamış, sabah
olduğunda kahvaltı yapılmamıştı. Bunun yerine camlar ardına kadar açılmış ve
serin havanın içeriye girmesine izin verilmişti. Islanan asfaltın silik kokusu
pencerelerden içeriye girmişti. Aslında o ev dışarıdan soyutlanmaya değil orada
somutlaşmaya uğraşıyordu.
Karanlığın
hakimiyeti elinde bulundurduğu odalardan en büyüğünde yani salondaydı. İsmini
dahi bilmediği bir şarkı hafifçe çalarken o başını avuçlarının arasına almış ve
dizlerini karnına kadar çekmiş oturuyordu tek kişilik koltuğunda. Koltuğun
hemen yanındaki sehpanın üzerinde soğumuş bir fincan kahve duruyordu. Fincandan
yayılan keskin koku havaya yayılıyor ve yağmurun kokusunu bastırıyordu.
Uzaklardan gelen kömür kokusu ise her nefes alışında etkisini gösteriyordu.
Diğer evlerin aksine televizyon kapalıydı. Onun ışığı olmadığında karanlığı
sadece sokak lambalarından gelen ışık azaltıyordu. Şarkılar değiştikçe adam
aynı şekilde durmaya devam edip başını belirsiz bir ritimle iki yana
sallıyordu.
Aklında o kadar fazla sayıda düşünce o kadar kısa
zamanda dolaşıyordu ki içlerinden birisine odaklanmak imkansız gibi geliyordu.
Kıpırdayamamasının en önemli nedenlerinden birisi de buydu aslında. Ayağa
kalkmak istediğinde içindeki seslerden birisi oturmasını söylüyordu.
“Gitmeliyim” dediği zaman başka bir ses “gidecek bir yeri olmadığını”
ekliyordu. Konuların sayısı da bir hayli fazlaydı. “Yanlışları” gündeme
geldiğinde “pişmanlıkları” da katılıyor,
“güçsüzlükleri” ile birleşen “anlamsızlıklar” bu gerçeklik tartışmasında
önemli roller üstleniyordu. Onları susturabilmenin bir yolunu bilmemesi en kötü
tarafıydı her şeyin. İnsanın gerçekten çaresiz olduğunu çok az zaman vardı ve o
an onlardan birisinin içindeydi.
İç seslerinin gürültüsünde daha fazla
dayanamayacağını anladığı zaman balkona çıkmaya karar verdi. Amacı serin
havanın ve yüzüne vuran yağmurun onu kendine getirmesiydi ancak hiçbir şey
istediği gibi olmuyordu. Sanki gözlerinin önünde asılı fotoğraflar vardı ve o
nereye giderse gitsin onlarda takip ediyordu. Balkona çıktığında içinde
bulunduğu gerçeklik tartışması farklı bir boyut almıştı ve “her şey sahte” diyordu
derinliklerinden gelen tenor sesler. Canını
en çok her şeyin bir hayalden ibaret olma ihtimali yakıyordu ya buna karşı
yapabileceği bir şey yoktu. Yaşadıklarının gerçekliğine dair en ufak bir kanıtı
olsa o insafsız jürinin karşısında kendini savunmaktan asla susmazdı. O ufak
kanıtları bulmak, o tek kelimeyi seçebilmek için tekrardan başladı yaşamaya.
Her kelimenin altını boşuna bir çabayla yine eşeledi.
Sırtını balkonunun soğuk duvarına yasladığı sırada
rüzgar biraz daha hızlanmıştı. Serin yağmur damlaları balkonun korkuluğundan
sekip yüzüne ulaşması bile bir değişikliğe yol açmıyordu. Hayatının kıyısında
kıpırdamadan durmuştu ve düşünceler çölüne yavaşça gömülüyordu. Tekrar ve
tekrar başladı yaşamaya.
“Umutsuzluğu
en yoğun yaşadığım zamanlardaydım. Hatırlamak bile istemezken neler olup
bittiğini anlamak için tekrar yaşamalıyım. Aşk olmadığı zaman hiçbir şey
olmuyormuş hayatta. En azından ufacık bir şeye bile aşkla bağlanmalıymış ama
ben yapamadım. Yaşamak için gerekliymiş ama ben yaşayamadım. Nefes almak bile
istedim evet. Öyle bir şey oldu ki ben o noktadan döndüm. Ne olduğundan emin
değilim. Gerçek miydi en ufak fikrim yok. Gerçekse eğer neden devam etmiyor?
Yoksa büyük bir sahtelik miydi hepsi? Neden Allah’ın her akşamında aynı yerde
buluyorum kendimi. “ dedi sıktığı dişlerinin arasından.”
Ayağa kalktığında koltuğuna doğru yöneldi. Yürürken
üşüdüğünü hissetmeye başladı. Islanan saçlarını eliyle karıştırdı kısa bir süre
için. Pencerenin perdesinde kuruladı ardından kafasını ve yüzünü. Sonra içten
bir lanet okudu küfürle karışık.
Aynı yerde ve aynı soruların karşısındaydı.
Koltuğuna oturmadan önce vitrininden küçük, ahşap bir kutu aldı. Kutunun
üzerindeki işlemeleri inceleyerek bir süre oyaladı kendini. Ahşap kutuyu iki
eliyle sıkıca tutmazsa ellerinin titremesi yüzünden düşeceğinden korkuyordu bu
esnada. Anlamak dahi istemiyordu aslında ama iç gürültüsünü susturabilmek için
cevaplara ihtiyacı vardı. Yaşadıklarının sahte veya yalan olması o kadar büyük
bir kâbustu ki.
Koltuğun yanına geldiğinde ahşap kutuyu soğumuş
kahve fincanın yanına hemen yanına koydu. Sağ işaret parmağı metal kilidin
üzerinde dolaşırken diğer eli istemsizce cebine doğru yöneldi. Anahtarı kilide
ne zaman sokup çevirdiğini hatırlamıyordu. Bir süre boyunca hiçbir şey olmadı
“ben ne yapıyorum” u sorduğunda ise sağ elinde küçük bir hap tutuyordu. Gözleri
şaşkınlıkla açıldığında hapı masanın üzerine koydu. Masanın üzerinde bulunan
yarısı dolu su bardağını bu esnada fark etti “demek ki buraya kadarmış.”
Küçük beyaz hapı tekrardan parmaklarının arasına
aldı. Bir taraftan onun pürüzsüz yüzeyine dokunurken diğer taraftan ahşap
kutuya bakıyordu ve düşünceleri baştan başladı.
“Yağmurlu
bir akşamdaydım. İş çıkışıydı galiba hani mecbur kalırsınız ya yapmaya
öylelerindendi. Seçme hakkım olmamıştı hiç hani kimin olmuştur ki zaten. Çoktan
seçmeli bir hayat yaşamıyorum. Nasıl olsa hangi işi yaptığımın bir önemi
kalmadı. Onca haftadır gitmiyorum, bir haber dahi vermedim; kovulmuşumdur!
Bunların önemi yok ama bir cevap bulana kadar her şey gibi anlamsızlar.
Yalnız
bir gecede kuytu bir sokağın içinden geçerken başlamıştı her şey. Çok aramama
rağmen orayı tekrar bulamadım. Gölgelerin içindeki satıcıdan başka bir kutu
alabilmek için her şeyi yaptım. Hiçbir şey değişmedi ama! Güya “yalnızlığımı sonsuza kadar giderecekmiş,
“gerçek aşk”mış. Sağlığa hiçbir zararı yokmuş hatta çok daha iyi
hissedecekmişim kendimi. Şu halime bak. Yavaşça siliniyorum hayattan. Aynaya
bakmayalı o kadar uzun zaman oldu ki kendimi unuttum. Ben kimim? O kim? Gerçek
miydi yaşadıklarım?”
Başını iki yana sallayarak kendine geldi. Nerede
olduğundan emin olmadan önce gözlerini kısa bir süre için sıkıca yumdu.
Tekrardan bakışlarını hayatına çevirdiğinde o küçük beyaz hapın hala
parmaklarının arasında olduğunu gördü. Her zaman zordu bu kararı vermek.
Kutudan teker teker azaldıkları her sefer artan bir şekilde devam ediyordu bu
kararsızlık. Hapı aldıktan sonra her şey birbirine karışıyordu. Gerçeğin ne
olduğunu bilememek bir yana rüyaların ötesine kadar uzanıyor. Yapabilse tüm
varlığını verip kutulardan alabilirdi. Asla evden çıkmaz, işe gitmez büyük
ihtimalle yemek bile yemezdi ama “Aşk Hapları” başka bir yerde satılmıyordu. Bu
yüzden inanamıyordu yaşadıklarına. Hele bu son hap da bittikten sonra gerçek
veya değil en ufak bir anlamı bile kalmayacaktı.
Daha fazla kaybedeceği bir şey yoktu aslında ve
düşünmeden hapı ağzına attı. Aslında susuzda yutabilirdi, normal ilaçlarda öyle
yapardı ama şimdi cesaret edemiyordu. Hap dişlerinin arasında dururken önce
suyu ardından soğumuş kahvesini içti. Ayağa kalktı ve iki tane gül kokulu tütsü
yaktı ve ahşap zemine kırmızı mumları yerleştirdi. Kısa bir bekleme süresi
olacaktı. Bu zamanda aklındakileri unutacak ve unuttuğu ölçüde gülümseyecekti.
Ne kadar zaman geçtiğinden bihaber şekilde bekledi.
Aynı koltukta oturmasına rağmen tamamen değişmişti duruşu; sırtını yaslamış,
kamburunu gizleyecek kadar dik oturmuştu. Kapının çalmasını o denli istiyordu
ki zil çaldığında yerinden fırladı. Kapının oraya varmasının kaç saniye
sürdüğünü bilemiyordu ama yine de açmadan önce saçlarını düzeltti. Yüzüne
yerleştirdiği gülümsemesiyle açtı kapıyı “Hoş geldin, çok güzel görünüyorsun.”
Heyecandan kelimeleri o denli titriyordu ki harfleri yer değiştiriyor,
dudaklarının ucuna gelen anlamsız sözcükleri zoraki bastırıyordu.
Kapının eşiğinde bir süre boyunca beklediler. Kız
neden içeriye doğru bir adım atmadığını erkek ise neden onu davet etmediğini
bilmiyordu. Bunun yerine birbirlerinin gözlerinin içine bakarak gülümsediler.
Öyle bir andaydılar ki akrep ve yelkovan durmuş onları izliyordu. Adam yavaşça
uzanıp kızın elini tuttu. Tenine dokunmak öyle bir duyguydu ki başka ne varsa
sildi. Kız ileriye doğru küçük bir adım attı. Birbirlerinin sıcak nefeslerini
hissedebiliyorlardı. Ellerini onun beline doladı ve kendine doğru çekti.
Dudakları temas ettiğinde hayat yeni baştan yaratıldı. O kadar güzel bir
masalda buldular ki kendilerini gözlerini açmaya bile cesaret edemediler.
Duran zaman onlar içeriye girdikten sonra
hızlanmıştı. Bir süre boyunca havadan sudan konuştular. Konuştuklarının çok da
önemi yoktu aslında. Gözlerinin içine bakıp, umuda dokunlar. Sözlüklerinden
“yalnızlık” kelimeleri silinmişti bir süre için. Onca yıl yaşayıp hayallerinin
küle dönüştüğünü gördükten sonra bunları hissedebilmek tarif edilemez bir
mutluluktu. Konuşmadılar çünkü söylenebilecek her sözün bu masalı
silikleştirebileceğini biliyorlardı.
Biraz daha zaman geçtikten sonra ilk konuşan kız
olmuştu. Konuşmaya başladığında gülümsemesi kayboldu, dışarıda sağanak bir
yağmur başladı “Seni kaybetmek istemiyorum. Bir hayal bile olsan seni kaybetmek
istemiyorum.”
Seninde öyle bir tını vardı ki orada parçalara
bölündüğünü düşündü erkek “seni kaybetmemek için elinden bir şey gelse inan
yapardım. Seni fazladan bir kez olsun görebilmek için neler yapabileceğimi inan
tahmin edemezsin. . Hele senin gerçek olman için var ya..”
İşaret parmağını adamın dudaklarına bastırdı kız
“konuşma lütfen, daha fazla ağlamak istemiyorum.
“Neden sana nasıl ulaşabileceğimi anlatmadığını
anlamıyorum. Sadece aptal bir hap ile seni görebilmek inan çok acı. Bu yüzden
ya gerçek olmandan şüphe duyuyorum. Lanet bir telefon numarası versen dünyanın
öteki ucunda bulurum seni, biliyorsun” konuşurken yumruklarını sıkıyordu. Kız
ellerini tutmamış olsa tırnakları teninin derinliklerine doğru yol olacaktı.
“Yapamıyorum işte anla. Ne numaramı ne de adresimi
hatırlıyorum. Burası neresi, hangi şehir onu bile bilmiyorum. Anlaşma böyleydi,
unutma. Hem gerçek olmasam ne değişir ki. Hep başkalarını buldun seni yine
yaparsın. Peki, ben ne yapayım sevdiğim adam bir daha dönmediğinde. En iyisi
boş ver bunları. Başka konulardan konuşalım. İşini anlat bana” kız konuştukça
boğazındaki yumru büyümeye başladı.
“Anlıyorum seni merak etme. İşim harika gidiyor.
Müdürüm bu şekilde devam edersem yakında terfi edeceğimi söylüyor. Geleceğin
müdürü olarak bakıyorlar bana. Güzel gelişmeler bunlar, biliyorsun çok
çalışıyorum” konuşurken gülümsemeye çabaladı. Gözlerine mutluluğun sahte bir
ışıltısı yerleştirmek istedi.
“Bir süre izin aldın galiba. Sakallarına bakınca
anlıyorum bunu. Hem insan tatile gider izin aldığında. Hala Akdeniz’de havalar
sıcaktır, şansını denemelisin bence. Eve kapanıp kalmaz ki insan” adamın
gülümsemesine aynı şekilde cevap verdi. Dudakları sıklıkla birleşip
kelimelerini susturmasının bir diğer nedeni gözyaşlarını gözleri kapalıyken
akıtabilmekti.
“Yanında geçirdiğim her an tatil benim için, bunu
biliyorsun. Başka birisinin olamayacağını da çok iyi bilmen lazım. O lanet
haplardan daha fazlasını bulabilmek için her şeyi yapacağımı da bilmen gerekir.
Ellerini hiç bırakmamalıyım senin. Her sabah uyandığımda gördüğüm ilk şey sen
olmalısın.”
“Konuşma daha fazla. Zamanımız doluyor ve son hapı
kullandığını çok iyi biliyorum. Son hapı kullandığımı çok iyi biliyorsun.
Gerçeksin veya değil. Yine de her şeyi unutup seni görebilmek inanılmaz.
Gideceksin ve dönmeyeceksin bunu çok iyi biliyorum. Sen gidince hayatım
eskisinden daha kötü olacak bunu da biliyorum. Sen gideceksin ve ben
biteceğim.”
“Son zamanlarımız ve şu konuştuklarımıza bak. O
güzel gözlerini asla unutmak istemiyorum. Lanet olsun haplara, yalanlara,
yalancılara! Hayatımdaki tek gerçek olman gerekirken gidiyorsun ve bir hayal
olup olmadığını bile bilemiyorum. Bana hiçbir şey bırakmadan gidiyorsun. Bensiz
devam edemeyeceğini söylüyorsun ama yaşadığını bile bilmiyorum. Aynı geldiğin
gibi gittin işte. Ne kaldı bende; acıyan bir kalp, kendinden nefret eden
umutsuz bir adam” bir zamanlar kızın oturduğu koltuğa bakarken sesli bir
şekilde konuşuyordu. Ellerini kızın kaybolan hayaline doğru uzattı. Başını
yaklaştırdı ve boşluğu öptü ismini bile bilmediği sevgilisinin yerine.
Neye inanacağını artık bilmiyordu adam. Hapların
kutusunu avuçlarının içine aldı ve tüm gücüyle sıktı. Sonra karanlıkta ki
duvarlardan birisine doğru fırlattı. Kime öfkelenmesi gerektiğini bilmemesine
rağmen istemsizce kendini hedef aldı. Hayata karşı duyduğu nefret en üst
noktaya ulaşmıştı. Öyle ki acıyan yüreğini söküp atmak istedi. O bilinçsizce
mutfağa doğru giderken kapı iki kere çaldı. Başlarda aşmayı planlamamasına
rağmen belki o gelir diye vazgeçti. Eline aldığı bıçağı yerine koydu ve kapıya
yöneldi.
Kapıyı açtığında kimseyi görememenin hayal
kırıklığını yaşadığı sırada paspasın üstünde küçük ahşap bir kutu fark etti. Kutuyu
çok iyi tanıyordu ve hemen açtı cebindeki anahtarı kullanarak. İçinde yeni
haplar ve ufak bir not vardı “yeni ve daha gerçek aşklar için.”
düş mezarlığı
düş mezarlığı
0 Yorumlar