Can
alıcı misal ile dünyaya gelişimizi bir mağaraya girip ondaki
nimetlerden faydalanıp bizim onda kalmamız için tahsis edilen ve bizim
bilmemizin rabbimizin takdiri gereği mümkün olmayan bir zaman sınırı
içinde asıl olanı unutmadan, korumayı başararak zamanı gelince onunla
birlikte çıkmaktır bizim için dünya. Asıl olandan maksat yanımızda
getirip kaybetmeden ona en güzel şekilde sahip olarak, sapa sağlam ve
tertemiz olarak geri götürmemiz gerekli olanı unutmadan yanımızda
tutmayı başararak dünyadan çıkarken son nefesimizde imanımızla ve onu
koruyucu olan Salih amellerimizle birlikte çıkmaktır.
Asıl
olanı unutmadan çıkacağımız hayatın örneğini sona saklayarak; öncelikle
yaratılış fıtratı üzerinde, biraz durmak istiyorum. Her insan yaratılış
itibariyle lekesiz, tertemiz, İslâm'a inanmaya en müsait bir şekil ve
hüviyette yaratılmıştır. Yani her çocuk İslam inancı üzerine ve İslam
ahlakıyla yaşamaya uygun bir şekilde dünyaya gelir. Lekesiz, bembeyaz,
üzerine her şey yazılabilecek bir boş kâğıt veya ilk defa ses
kaydedilecek bir kaset veya yeni sistem CD ve DVD, bir başka ifadeyle
şekil verilmeye hazır ve müsait taze bir macun, ya da işlenmeye hazır
maden gibidir.
Her
insanın yaratılış itibariyle tertemiz, günahsız olarak dünyaya
geldiğini ve İslam fıtratı üzerine doğduğunu peygamberimizin: “Her
doğan, İslâm fıtratı üzerine doğar. Sonra, anne-babası onu Hıristiyan,
Yahudi veya Mecusi yapar.” (Buhârî, cenâiz 92; Ebû Dâvut, sünne 17; Tirmizî, kader 5) hadisi
şerifi bu durumu ifade ediyor. Bu hadisi şeriften anlıyoruz ki; her
çocuk Müslüman olarak doğar. Bunu Kuran-ı Kerim: "Ben sizin Rabbiniz
değil miyim" demiş ve buna kendilerini şahit tutmuştu. Onlar da: "Evet
şahidiz" demişlerdi. Bu, kıyamet günü, "Bizim bundan haberimiz yoktu"
dersiniz veya "Daha önce babalarımız Allah'a ortak koşmuşlardı, biz de
onlardan sonra gelen bir soyuz, bizi, boşa çalışanların yaptıklarından
ötürü yok eder misin?" dersiniz diyedir.”(Araf Suresi 172-173)
ayetlerinden de anlıyoruz ki; ta kıyamet günü ruhlarımız yaratıldığı
gün söylemiş olduğumuz ‘evet sen bizim Rabbimizsin’ sözü İslam üzere
dünyaya geldiğimizin bir kanıtıdır.
Konunun
başka bir yönü ise; huy, tabiat, mizaç, seciye gibi manalara da gelen
ahlak kelimesinin de insan fıtratıyla yakın ilişkisi bulunmaktadır.
Kuran’ın: “O halde (Habibim) sen yüzünü bir muvahhit olarak dine yönelt.
Allah’ın insanları yaratmasında esas aldığı o fıtrata uygun hareket
et.” (Rum Suresi, 30/30) Yine: “Nefse ve ona birtakım kabiliyetler verip de iyilik ve kötülüklerini ilham edene” kasem edilmektedir. (Şems Suresi 7-8. Ayetler) Bu
ayeti kerimeler Peygamberimizin ‘her çocuk İslam fıtratı üzerine doğar’
hadisi ve Galu-bela da Allah’ın Rabbimiz olduğunu söylediğimizi ifade
eden ayetler ile birlikte değerlendirdiğimizde şöyle bir hakikat ortaya
çıkar.
İnsanın
vücut yapısı ilahi bir sanat eseri olduğu gibi; yaratılış fıtratı,
ahlaki davranış yapısı da hakkın takdiri ile harikulade bir sanat
eseridir. Bu fıtrat ve yaratılışın kaynağına dikkatlice bakılıp hakikat
ve bu yaratılış iyi irdelenebilirse bizden istenilen ahlaki yaşantının
da farkına varılabilecektir. Buna göre, sözlük anlamından hareketle,
güzel ahlâk denilince insanın yaratılışında mevcut olan bu
kabiliyetlerin yerli yerince kullanılması akla gelir.
İnsanın
yaratılışında iman etme kabiliyeti vardır. Mutlaka bir yaratıcıya
inanmanın gereğini idrak etmişlerdir. Zira insan basit bir masanın bile
kendi kendine yapılıp çatılamayacağını bilecek güçtedir. Putperestler
bile kendilerini birinin yarattığını bilmişler, ama onu doğru
tanıyamamışlar ve tabiatlarındaki ibadet etme ihtiyaçlarını, yanlış
olarak cansız cisimlerle tatmin etmeye çalışmışlardır.
Yalan
söylemenin zararlarını bildikleri için asla kendilerine yalan
söylenmesini hazmedememişlerdir. Aslında bu da hakiki manada iki cihan
saadetini isteyen bir dinde yalanın yasak olmasının zorunluluğuna
işarettir. Hiçbir insanın gıybet edilmekten hoşlanmaması, insanın
yaratılışının gıybeti reddetmesi; söz konusu fıtratın gıybeti asla hoş
görmemesi demektir. Yine hayvanlarda bile var olan kıskanma duygusu,
insanın yaratılışında da mutlaka var olması gereken namus mefhumunun
fıtrî olduğunun ve zinanın haram olması gerektiğinin bir işaretidir.
Borç para alıp vermelerde; borç veren kişinin geri alırken fazladan
aldığı paraya kızmamız; faizin haram olması gerektiğinin fıtrata uygun
olduğunun bir işaretidir.
Domuz
eti, leş ve benzeri pis şeylerin yenmesi düşünülünce bir tiksintinin
oluşması onları yemenin fıtrata aykırı olduğunun işareti olduğunu
söylemek yanlış olmayacaktır. Kendimize ait olan bir dünyalık mal e
benzeri şeyin bizden gasp edilmesi ya da haberimiz olmadan çalınmasının
bizi nasıl üzdüğünü görmemiz; hırsızlık ve gasp gibi olayların yaratılış
fıtratına çok aykırı olduğu hemen anlaşılacaktır.
İşte
bu ve buna benzer davranış örnekleri yaratılış fıtratına aykırıdır.
Ahlâksızlıkların tümünde bu sermayenin yanlış kullanılması söz
konusudur. Oysa insanın yaratılışı güzel ahlâk üzeredir. Yaratılan
insanlar bu fıtratın gereği olarak ahlakını güzelleştirerek; ahlaki
olgunluğa erişip, bu yolda yardımcı olmak ve yol göstermek için
gönderilen peygamberlerin gösterdiği yolda yaşamaya çalışmalıdır. İlahi
kitaplarda yerini almış olan ve son peygamberin de ifade ettiği: “Ben
ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.” Sözüne uygun olarak
yaşamak gerekir.
Ancak
insan çoğu zaman; batıl inançların, inançsız veya imanı zayıf
çevrelerin etkisiyle, nefsin de kötülükleri hoş göstermesi ve dünyada
kalıcı olduğunu zanneder gibi yaşamaya başlaması gibi sebeplerle bu
İslam İnancından uzaklaşmaya başlar. Küfür ve inkâr ile kâinattaki
yaratılış gösteren envai çeşit delillere gözlerini kapayıp hakikatin
sesine kulaklarını tıkayıp vicdanını köreltir. “Rabbin, insanoğlunun
sulbünden soyunu alıp devam ettirmiş, onlara: Böylece kendini ebedi
kurtuluş yolunun istikametinden uzaklaştırarak galu-bela’da vermiş
olduğumuz sözü unutarak geçici dünya nimetlerinin peşine düşer.
Günahlara dalarak kendisini iki cihanda helake sürükleyecek şeylerin
peşine düşer.
Tertemiz
İslam fıtratı üzerine kara lekeler sürerek, amel defterini Allah’ın
hoşnut olmadığı ve hesabını veremeyeceği davranışlarla doldurarak
dünyaya karşılık olarak cehennemi satın almış olur. Böylece ruhlar
âlemindeki ilk yaratılış toplantısında verdiği ‘evet sen bizim
rabbimizsin’ sözüyle elde ettiği İslam ve iman fıtratını dünyada
kaybedip; sahip olduğu kendisini kurtuluşa götürecek olan bu değerli
hazineyi koruyamadığı için geri götüremeyerek hayat sınavını kaybetmiş
olur. Dünyalık hevesleri yaşayıp, dünya mallarına sahip olurken; asıl
sahip olmaya devam etmesi gerekeni kaybetmiş, geri dönerken asıl elinde
bulundurması gerekeni unutmuş olur.
Şimdi
gelelim can alıcı hikâyemize. Bir gün bir kadın, kucağında çocuğuyla
birlikte bir mağaranın önünden geçerken içeriden gelmekte olan bir ses
duyar. Sesin sahibi ona: “içeri gir ve dışarıda işine yarayacak neyi
istiyorsan al, ama sakın içerideki hiç bir şey sana en önemli şeyin olan
bebeğini sana unutturmasın. Ayrıca: senin beklemediğin bir anda çıkman
için başka bir kapı açılacak. Açılacak olan kapı bir kere açılacak ve
asla bir daha senin için oraya bir kapı açılmayacak. Kapının bir daha
asla açılmayacağını da dikkate alarak alabildiğin kadar, dışarıda işine
yarayacak mücevherattan almalısın. Ama o mücevheratın para etmesini
sağlayacak olan bebeğini asla içerde bırakma, o olmazsa aldığın değerli
mücevherat özelliğini kaybedecek ve beş para etmeyecek. Bu yüzden sakın
bebeğini, yani senin için en önemli olan şeyi içerde unutma. Unutursan
açılan kapıdan çıkınca bir daha çıkamayacağın kızgın bir ateşe
düşeceksin” diyordu.
Kadın
mağaraya girer ve gerçekten büyük bir servetle karşılaşır. İçerdeki
altın ve mücevherleri görünce şaşkına döner ve çocuğunu yere bırakarak
hemen büyük bir hırsla toplamaya başlar. Büyük hırsla toplamaya devam
ederken kapı birden açılır ve içeriden birileri tarafından ‘yeter vakit
doldu’ denerek dışarıya çıkarılır ve kapı kapanır. Bu sırada çocuğunu
içerde unutmuş olduğunun farkına varır, ama kapı bir daha açılmamak
üzere kapanmış bulunmaktadır.
Dünya
bizim için böyle bir mağaradır. Çocuğumuz yani en önemli olan ve
dünyadan aldıklarımızın değerli olmasını sağlayacak olan, yaratılış
fıtratımız gereği olarak dünyaya onun la birlikte doğduğumuz imanımız ve
İslam’dır. Yani Müslümanlığımızdır. Her bir insana süresi belli olsa
da; bizim bilmediğimiz bir zaman dilimi olan ömrümüz günümüz itibariyle
ortalama 60-70 yıldır. İnsanların bu hayatında önemli olanlar sahip
çıkmamız gereken manevi değerler, inançlar ve Salih amellerimizdir. Yine
uzak durmamız istenen günahlar, bize ve hayatın dengesini bozucu
zararlı davranışlardır.
Ancak
kazanç hırsı, zenginlik, maddi şeyler bizi öylesine büyüler ki, çoğu
zaman en önemli şeyleri bir köşede bırakırız. Böylece zamanımızı
dünyalık ve geçici olan şeylerle tüketir ve en önemli olan şeyi Ruhun
hazinesini, iman cevherini ve yanımıza aldığımız değerli şeylerin para
etmesini sağlayacak olanları bir köşede unuturuz.
Asla
aklımızdan çıkarmamamız gerekir ki bu dünyada zaman çok çabuk geçer ve
ölüm beklenmedik bir anda bizi yakalar. Ve hayatın kapısı bizim için
ebediyen kapanmış olur. Son pişmanlık bir fayda etmez! Bu dünyaya gelen
gider. Yürü fani dünya, sana gelende kalmış var mıdır? Senin peşine
düşüp de öbür âlemi bir kenara koyanlardan hiç gülmüş var mıdır?
Necip fazıl şöyle diyor:
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünya da
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez
Bu kapıdan kol ve kanat kırılmadan geçilmez
Eşten, dosttan, sevgiliden ayrılmadan geçilmez
Eti zehir, yağı zehir, balı zehir dünya da
Bütün fani lezzetlere darılmadan geçilmez
Bir temel fıkrası şöyledir:
Temel lokanta da yemek yerken bir bardak ister. Garson da masada duran bardağı göstererek; “masan da var ya!” der. Temel: “onların tibi teluk, üstü kapalidur” diye cevap verir. O halde temel fıkrasındaki bardaklarda olduğu gibi hakka ve hakikate ters durup, dibi delik olup elimizdekini dökmeyelim ve üstü kapalı olup, bize lazım güzelliklerle ahiretimiz için lazım olan şeylerden mahrum olmayalım.
Temel lokanta da yemek yerken bir bardak ister. Garson da masada duran bardağı göstererek; “masan da var ya!” der. Temel: “onların tibi teluk, üstü kapalidur” diye cevap verir. O halde temel fıkrasındaki bardaklarda olduğu gibi hakka ve hakikate ters durup, dibi delik olup elimizdekini dökmeyelim ve üstü kapalı olup, bize lazım güzelliklerle ahiretimiz için lazım olan şeylerden mahrum olmayalım.
Altı
kapalı üstü açık olalım ki; hep güzellikleri ve faydalı olanları
içimize dolduralım. Pis olan zararlı şeyler diyebileceğimiz günahları da
ayıklama gayretinde olalım. Allah yardımcımız olsun. ahirette cennet
yurdu mekânımız olsun.
Feyzullah Kırca
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
Akbaşlar Köyü / Dursunbey
0 Yorumlar