Mert Fırat'ın etkisiyle ekran başına geçtiğim Atlıkarınca, kanımı dondururcasına çarpıcı bir hikayeyle karşıma çıktı. Nisan 2011’de gösterime giren dramı tavsiye edip etmemekte kararsızım çünkü hazmedilmesi pek kolay olmayan senaryosu var. Yönetmen koltuğunda oturan İlksen Başarır, Mert Fırat ile senaryoyu kaleme alıyor. Başarır’ı “Başka Dilde Aşk” filminden hatırlayabilirsiniz. Mert Fırat filmleri içinde beni en etkileyenlerin başında geliyor. Tabi bu film artık onla yarışacak kıvamdadır. 93 dakikalık projenin oyuncu kadrosunda Mert Fırat dışında Nergis Öztürk, Zeynep Oral, Sema Çeyrekbaşı, Sercan Bodur bulunuyor. 47. Altın Portakal Film Festivali’nde en iyi senaryo ve Behlül Dal jüri özel ödülünü (Zeynep Oral), 30. Uluslararası İstanbul Film Festivali’nde de en iyi müzik ve Radikal Halk Ödülü’nü almıştır.
Erdem ve Sevil, çocukları Edip ile Sevgi’yle küçük bir kasabada yaşamaktadırlar. Sevil’in annesi felç geçirdiği için İstanbul’a taşınmak zorunda kalırlar. Her zaman İstanbul’a taşınmayı hayal eden Erdem için bu durum büyük bir fırsat yaratmıştır çünkü yazarlığını orada daha iyi gösterebileceğine inanır. Edip yatılı okula gider, Sevil işinde her geçen gün yükselir. Erdem ise hayallerine devam eder. İstanbul artık hiç biri için eski hayatlarını geri getiremeyecektir. Aksine alaşağı edecektir; özellikle mutlu bir çocukluk geçirip sonradan içine kapanan Sevgi için.
Ahmet Kenan Bilgiç en iyi müzik ödülünü kazanmış olsa da filmde müzik yok denecek kadar azdır. Dramı keskinleştiren ya da aksine yumuşatan, seyirciye destek veren bir çalışma duyamadım. Tabi bu konuya göre bir tercih de kabul edilebilir. İlksen Başarır, “ensest” gibi konuşmaya dahi çekinilen bir konuyu filme taşırken dikkatin başka yöne çekilmesini istemiyor sanırım. Karakter detaylandırmasının neredeyse hiç yapılmaması da buna bir kanıttır. Dört kişilik ailede hiç bir karakterin ne kafasından geçenleri ne de bu yola neden sürüklendiklerini anlayabiliyoruz. Karakterler arka planda, hikaye baş rolde! Diğer yandan bu çok rahatsız etmiyor. Sahneler sakin çekilmiş görünse de ortamda öyle gerginlik var ki fırtına koptu kopacak diye diken üstünde duruyorsunuz. Bu gerginlik hareketlerden öte bakışlarda, diyaloglarda yaşanıyor. Tempo özellikle ilk yarıda yok denecek kadar az. Konunun sertliği ve hassasiyeti kendine yavaş yavaş insanı çekiyor ve kıyametin kopmasını bekliyorsunuz; hatta beklemekten öte ortaya çıksın ve bitsin istiyorsunuz. Mekan, dekor, kostüm tasarımları ile görüntü ve ses teknolojisi konunun derinliğine inat oldukça sade ele alınıyor. İlksen Başarır’ın derdi seyircinin gözünü detaylarla boyamak değil, konuyla akılda kalmaktır. Bunu da kesinlikle başarıyor. Tekrardan senaryoya dönecek olursam, Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın asıl derdini süre geçtikçe kavramak mümkünleşiyor. Ailede okuryazarlık var, belli bir kültür seviyesi de var. Maddi durumda bir sıkıntı yok. İnanç çok ön plana çıkmasa da bir saygı var. Peki böyle bir konunun nasıl mahkumu oluyor dördü de? Düşününce garip geliyor. İşte senaristler de bunu istiyor: Garip bakmayın, bunu yaşamak kültüre sınıfa bakmıyor. Kafanızı bir çevirin!
Ahmet Kenan Bilgiç en iyi müzik ödülünü kazanmış olsa da filmde müzik yok denecek kadar azdır. Dramı keskinleştiren ya da aksine yumuşatan, seyirciye destek veren bir çalışma duyamadım. Tabi bu konuya göre bir tercih de kabul edilebilir. İlksen Başarır, “ensest” gibi konuşmaya dahi çekinilen bir konuyu filme taşırken dikkatin başka yöne çekilmesini istemiyor sanırım. Karakter detaylandırmasının neredeyse hiç yapılmaması da buna bir kanıttır. Dört kişilik ailede hiç bir karakterin ne kafasından geçenleri ne de bu yola neden sürüklendiklerini anlayabiliyoruz. Karakterler arka planda, hikaye baş rolde! Diğer yandan bu çok rahatsız etmiyor. Sahneler sakin çekilmiş görünse de ortamda öyle gerginlik var ki fırtına koptu kopacak diye diken üstünde duruyorsunuz. Bu gerginlik hareketlerden öte bakışlarda, diyaloglarda yaşanıyor. Tempo özellikle ilk yarıda yok denecek kadar az. Konunun sertliği ve hassasiyeti kendine yavaş yavaş insanı çekiyor ve kıyametin kopmasını bekliyorsunuz; hatta beklemekten öte ortaya çıksın ve bitsin istiyorsunuz. Mekan, dekor, kostüm tasarımları ile görüntü ve ses teknolojisi konunun derinliğine inat oldukça sade ele alınıyor. İlksen Başarır’ın derdi seyircinin gözünü detaylarla boyamak değil, konuyla akılda kalmaktır. Bunu da kesinlikle başarıyor. Tekrardan senaryoya dönecek olursam, Mert Fırat ve İlksen Başarır’ın asıl derdini süre geçtikçe kavramak mümkünleşiyor. Ailede okuryazarlık var, belli bir kültür seviyesi de var. Maddi durumda bir sıkıntı yok. İnanç çok ön plana çıkmasa da bir saygı var. Peki böyle bir konunun nasıl mahkumu oluyor dördü de? Düşününce garip geliyor. İşte senaristler de bunu istiyor: Garip bakmayın, bunu yaşamak kültüre sınıfa bakmıyor. Kafanızı bir çevirin!
Mert Fırat hayranlığımı buralarda az çok belli ettiğime inanıyorum. Yer aldığı tüm projeleri izleyip bitirdim; gururluyum! “Beni Unutma”da kendisine yer verdiğim için dikkati Nergis Öztürk’e çekmek istiyorum. Gerçi “Kıskanmak” yazımda başarısını ve kariyerini canı gönülden belirtmiştim. “Barda” ve “Gişe Memuru” filmlerinde de kariyerini hızla ilerletmesi oyunculuğunu ön plana çıkarıyor. Bu kadar göz önünde olmayıp Türk sinemasında peş peşe önemli rolleri kapması alkışlanmalı, ne dersiniz? Ayrıca Mert Fırat’la güzel bir ikili de oluşturduklarını düşünüyorum. İkisinin de yeteneği bu denli kuvvetliyken yeni projeler ortaya çıkar umarım.
Not: Filmin ilk yarısında çok belli edilmeye çalışılmayan bir sahnenin, ikinci yarıya seyirciyi hazırlaması çok etkileyiciydi. Büyünün kaçmaması adına bu sahneyi yazmak istemedim. Her şeyi o kadar iyi ve sinsice anlatıyor ki yorumun içine bile eklemeden not olarak belirtiyorum. Umarım yakalarsınız. Bu not belki de filmi izlerken her sahneye kuşkuyla bakmanıza sebep olabilir :)
2 Yorumlar
görüşmek üzere
www.bakbuharika.blogspot.com