Can Dostum |
Tavsiyeye uyup öylesine izlemeye karar verdiğim Can Dostum, beni etkileyen en başarılı Fransız filmlerinden biri çıktı. Uzun süre de böyle kalacağına inanıyorum. 11 Mayıs’ta Türkiye’de gösterime giriyor. Yorumumu okumadan önce bu tarihi es geçmeyin! Üstelik filmi beğenen sadece ben değilim. Gösterime girdiği her ülkede büyük bir hasılat koparıyor. Hatta Fransa’da hasılat açısından tüm zamanların en başarılı ikinci film olmuş (birincisi “Welcome to the Sticks”). Hazır yeri gelmişken daha ayrıntı vermek gerekirse 9,5 milyon Euro’luk bütçesine karşılık şimdilik 238 milyon Euro hasılat elde etmiş. Daha konuyu bile anlatmadan ilginizi çekti mi?
Yönetmen koltuğunu paylaşan Olivier Nakache ile Eric Toledano, senaryoyu da beraber kaleme alıyorlar. 113 dakikalık komedi, dram komedi türündeki filmin baş rollerinde hayranı olduğum Fransız oyuncu François Cluzet ve sanırım ilk kez bir projesini izlediğim Omar Sy yer alıyorlar. Bu filmden sonra daha fazla yer aldığı çalışmaları izleyeceğim kesin çünkü şimdiden bu filmle en iyi erkek oyuncu Cesar ödülünü almıştır. Üstelik 1978 Fransa doğumlu oyuncu, bu ödülü “TheArtist”in oyuncusu Jean Dujardin’i geçerek kapıyor! Böylece Cesar ödülünü alan ilk Afrikan kökenli oyuncu ünvanını da kazanıyor.
Oldukça zengin bir aristokrat olan Philippe, yamaç paraşütü kazası sonrasında felç geçirir. Boynundan aşağısı tamamen hissizleştiği için 7/24 onun yanında durup bakımını üstlenecek birine ihtiyaç vardır. Driss ise hapishaneden yeni çıkmış bir işsizdir. Bakıcı olarak Philippe ile çalışmaya başlayan Driss, hem kendisinin hem de Philippe’nin hayatını değiştirir! Nasıl mı?
Normalde girişte film için genel bilgilere yer veririm, sonra detaya inerim ve gelen eleştirileri toparlarım. En sonda da oyuncular hakkında birkaç şey yazarım. Fakat bu sefer bu kuralımı epey bir değiştirdim. Yazdıklarımın yerini de sonradan değiştirmek istemedim. Filmi bu denli heyecanlı anlatmamın sebebi ise hiç beklemediğim şekilde keyifli çıkmasıdır. Aslında oldukça sade bir senaryosu var. Hiç bir iddiası görünmüyor. Lakin apayrı iki kültürün insanlarının bir arada ne kadar da uyumlu yaşayabileceğini, anlaşabileceğini gösteriyor. Hani bir noktadan sonra dil, din, ırk, kültür, sınıf önemini yitiriyor. Bazen insanlar sadece aynı müziği dinlemedikleri, aynı takımı tutmadıkları için bile anlaşamazken, ana karakterlerin hiçbir ortak noktaları olmamasına rağmen bu denli eğlenceli vakit geçirmeleri şaşırtıyor. Açıkçası ilişkilerini kıskandım! Senaryo o kadar güzel yazılmış ki ve oyuncular o kadar başarılı seçilmiş ki hayran kalmamak imkansız. Karakter detaylandırmalarına dahi inmenize çok gerek kalmıyor. Çünkü sahnede bu iki karakter varken detayları önemsemiyorsunuz. Bu yüzden mekan, dekor, kostüm özenilmiş olsa dahi seyirci bunu tabiri caizse pek “takmıyor”. İnsanların anlaşması için ortak notkasına gerek yok, sadece buna niyetlensinler yeterli. Bu düşünceye herkes hak verse de gerçek hayatımıza bunu ön yargısız aktarabilir miyiz? Çok zor, keşke… Senaryo konusunda daha fazla bilgi vermeyim. Siz en güzeli izleyin. Pişman olacağınızı düşünmüyorum.
Filme gelen yorumlar genelde olumlu yöndedir. IMDB’den 8.4 alan projenin, çoğu ülkede de bu başarısı şaşkınlıkla takip ediliyor. Tüm bunların yanında olumsuz eleştiri yok mu? Elbette var. İşin içine (ç)alıntı da giriyor, ırkçılık da giriyor. Peki, bu eleştirileri gerçekten kafaya takanlar var mı? Hiç sanmıyorum. Bu arada söylemeden geçmemem lazım. Senaryo yaşanmış bir hikayeden uyarlanmıştır! Yalnız kafama takılan bir şey var. Eğer baş rol oyuncularından biri François Cluzet olmasaydı aynı keyfi alabilir miydim? Adamın gülüşü, mimikleri, bakışı, kaş kaldırışı bile muhteşem; üstelik felçli birini oynarken bile! Blogta galiba en çok yer verdiğim Fransız oyuncu kendisidir. "Little White Lies" ve "Tell No One"dan sonra beni hiç hayal kırıklığına uğratmadı. Aksine her geçen gün gönlümü daha çok kazanıyor.
http://seyirci-koltugu.blogspot.com/
http://seyirci-koltugu.blogspot.com/
0 Yorumlar