Warrior (2011) - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

11 Ocak 2012 Çarşamba

Warrior (2011)

Cinsiyetimden midir nedir bitmek bilmeyen boks/dövüş filmlerine karşı ufak çaplı isyanım vardır. Hatta dayanamayıp sayının fazlalığını göstermek için liste yapmıştım. Filmlerin Vazgeçilemeyen Sporu: Boks derken 2011’de de böyle bir film karşıma çıktı (Aslında tam olarak boksa girmiyor, detaylarını aşağıda yazacağım.) Bu sefer izlemeyeceğim diye düşünsem de başarılı olduğu kulağıma gelince inadımı kırıp ekran başına geçtim. Tabi böyle yazdığıma bakmayın, dövüş türünde tahminimden çok izlemişim, listeyi hazırlarken fark etmiştim J İşin içinde –klişelere rağmen- yoğun duygu var. Kaybedenler kulübünün vazgeçilmeyenleri boksörlerin niye buraya üye olduklarını  anlamasam da senarist, yönetmen, yapımcı Gavin O’Connor farklı bir şey yapmayı başarabilmiş! Joel Edgerton, Tom Hardy, Jennifer Morrison, Frank Grillo ve Nick Nolte’nin baş rollerinde yer aldığı 140 dakikalık ABD yapımı, 25 milyon $ bütçe ile çekilirken hasılatı da şimdilik 23 milyon $ olarak açıklandı. Spor ve dram türündeki filmin Türkiye’de gösterim tarihi ise henüz belirsiz.

Zamanının önemli boksörlerinden olan alkolik baba, yıllar sonra hatalarını düzeltmek ister ama bir türlü taşları yerine koyamaz. Bu arada küçük oğlu bir anda çıkıp gelir ve MMA için ona antrenörlük yapmasını ister. Oğluna yaklaşma çabasıyla hemen işe koyulurlar. Fakat hesap etmedikleri bir şey daha vardır. Kendini affettirmek isteyen babanın büyük oğlu da para kazanmak için dövüş yapmaktadır!

Öncelikle MMA’yı ele almak gerekiyor. Filmdeki spor boks değil “Mixed Martial Arts” yani karma savaş sanatlarıdır. Detaylarına Wikipedia’dan ulaşabileceğiniz bu dövüş türü genel olarak kafes dövüşü olarak da biliniyor. Yapılan müsabakalarda üstünlük kazanmak amacıyla her türlü savaş sanatı tekniğini kullanabilme imkanı sağlıyor. Hatta geçmişi M.Ö 648’e kadar dayanıyor! Bu savaş sanatlarının içine boks, güreş, tekvando, karate, judo, kik boks gibi pek çok spor dalı giriyor. 
1980lerden beri sayısız film ve TV projelerine müzik çalışmalarını yürüten Mark Isham, projenin türüne göre beklentileri karşılayan etkileyici bir çalışma düzenlemiş. “The Mist”, “The Black Dahlia”, “Invincible”, “Crash”, “What Women Want”, “Men of Honor”, “Blade”, “Kiss the Girls”, “Of Mice and Men” müzik çalışmaları yaptığı tam 115 projenin sadece bir kaçı! Yani ortada bir tecrübenin elinden çıkma iş var, saygı da sonsuz…

Filmde beni en çok etkileyen kısımları senaryo ve karakter detaylandırmaları idi. Dövüş filmlerinin kaçınılmazlarına burada da şahit oluyoruz. Kaybeden bir adam, çevresindeki yalnızlık, geçmişteki neon ışıklar altında bir yaşam, parçalanmış aileler ve buram buram dram kokusu… Diğer yandan, burada kaybeden adamın bir değil tam üç tane olması senaryoyu zenginleştiriyor. Kaybetme oranları birbirlerine göre kademelendirilmiş. Baba en kötü durumda olan, küçük kardeş ortalarda dolanan ama büyük oğlan en azından hedeflerine ve kendi istediği hayata bir şekilde ulaşabilmiş olandır. Gene de geçmişi ve eskileri kafasından atmakta pek de başarılı değil. Fırsat verilmiyor. Bu kaybeden adamların detaylandırılması ise çarpıcıdır. Birbirleri ile olan bağlantıları, geçmişle hesaplaşmaları, kardeşler arasındaki kin/kıskançlık, ailenin yeri, hırs gibi konular çok iyi ele alınıyor. Filmi de diğer dövüş türlerinden ayıran bu görünüyor zaten. Hatta bana göre “The Wrestler”dan daha kaliteliydi! Mekan, dekor, kostümler türüne göre normaldi. Erkek ağırlıklı bir projede zaten bu detaylar biraz arka planda kalır. Ortada bilinmeyen hikayeler varken zaman zaman geri dönüşlerle parçaları birleştirmek ayrı bir keyif veriyor. Bu açıdan kurgu dikkati çekiyor. 3 erkeğin çevresinde geçmesine rağmen öykü o kadar duygu yüklüydü ki bir iki sahnede gözlerim bile doldu! Bir erkeğin ve hatta filmde olmasa da bir kadının hayatının genel çerçevesinin küçüklüğünden itibaren şekillendiğini çok başarılı aktarıyor. Eğer aile problemleri küçüklükten beri varsa, ne kadar savaşırsan savaş bir yerden patlak verme ihtimali çok yüksektir. Bunu yaşayan biri kendi ailesini kurarken çok daha dikkatli davranıyor ve geçmişinin bunu bozmasına izin vermek istemiyor. Ayrıca geçmişte yaptığın bazı hatalar aradan ne kadar zaman geçerse geçsin unutulmuyor, affedilemiyor. Filmin belki en önemli çıkarımı da hayatındaki öncelikleri belirlemen gerekliliğidir. Ne için yaşıyorsun, bunu yaşamak için hangi yolları izleyeceksin, yaşamak istediğin şeyin sonucu ne? Bunları belirleyebiliyorsan ve kendinden/ailenden eminsen, her türlü zorluğa ya da imkansızlığa rağmen o hedefine ulaşman mümkündür. Bunu 3 karakterin her birinde farklı farklı görebilirsiniz; başaran, başarmaya çalışan ve başaramayan olarak! Sonunda kazanan kim oluyor peki? İzlemesi tam bu noktada keyifli görünüyor çünkü diğer dövüş türlerinden bir farkı da sonunda ortaya çıkıyor. Unutmadan, pek çok dövüş filmi izledim fakat buradaki dövüş kadar etkileyici ve görselliği başarılı olanı hatırlamıyorum. Akılda kalıcılığını yönetmen garanti ediyor.

Genellikle olumlu eleştirilerle karşılaşan projenin IMDB notu 8.3, Metacritic notu 71, Rotten Tomatoes notu da 82 olarak verilmiş. Sadece spor türünü ele almaması artı puanı hanesine ekliyor (e konu spora dayanınca böyle terimler şart oldu). Klişelerin varlığı ve aynı türdekilerle benzerlikleri kabul edilse de senaryo açısından daha tatmin edici görünüyor.

Baba rolündeki 1942 ABD doğumlu Nick Nolte filmin en başarılı oyuncusu sayılabilir. “Hotel Rwanda”, “The Thin Red Line”, “U Turn”, “The Prince of Tides” ve “Cape Fear” gibi pek çok projede yer alan oyuncu “The Prince of Tides” ile en iyi erkek oyuncu Oscar adayı olmuştur. Warrior’daki performansı ile de birkaç adaylığı bulunmaktadır. Hatta San Diego Film Critics Society Awards’ten en iyi yardımcı erkek oyuncu ödülünü de kapmıştır. “The Thing” filminde daha yeni karşımıza çıkan 1974 Avustralya doğumlu Joel Edgerton başarılı bir performans ve dövüş çıkarıyor. 1977 İngiltere doğumlu Tom Hardy ise isyankar küçük oğlanı canlandırırken aklınıza “Inception”, “Thick as Thieves”, “Marie Antoinette” ve “Black Hawk Down”daki performansları da gelebilir. Hızlıca kariyer basamaklarını çıkmayı hak ediyor. Favori dizilerimden “How I Met Your Mother”da Zoey karakterini 12 bölüm boyunca canlandıran Jennifer Morrison ise neredeyse tek kadın oyuncu olarak arz-ı endam ediyor. Oyuncu kadrosunun başarılı seçimi için O’Connor doğru bir yolda ilerlemiş.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar