Ne zaman o masaya oturmaya kalksam lokmalar dizilirdi boğazıma, babam susmazdı. Anlatacağı bir şeyi olduğundan değil, en çok benim varlığım rahatsız ederdi onu. Hepimizin iştahını kaçırdıktan sonra masadaki incir tabağını alıp oturma odasına yönelirdi ve sonra diğerleri kalkardı masadan.
Biz evin içinde diğerleri diye ayrılmıştık. Lakin adaletsizdi bu durum. Çünkü benden yana kimsem yoktu.
Doğma büyüme İstanbulluydu. Aksaray’ın rehberi, tuzla- biberi Chevrolet dolmuşunun direksiyonunu daha çok, tek elle kullanmayı yeğleyen adam, benim babamdı. Fakat sanılanın aksine ben hiç onun oğlu olmadım.
Işıklar sönerdi bizim evde. Bu uyku vaktinin geldiğine işaretti. Babamın gölgesini kapıda gördüm mü uyuma numarası yapardım. Sonra bir şeyler olurdu, hep bir şeyler...
Yıllarca süre gelen, hiç kimsenin bilmediği şeyler...
Annem basma etek giyerdi, pazenden...
Babam en çok basma etek alırdı anneme. Ablam daha çok suyuna giderdi babamın ve o ipek’i hak ederdi. Politika işte...
Ben hiçbir şey istemedim ondan. Hep sustum. Yaşıtlarıma nazaran daha kısa ve daha zayıftım. Hiç sevgilim olmadı. Çünkü yasaktı. Babam kızardı böyle şeylere. İstemezdi yani.
Kimseyle paylaşamazdı beni. Ben ona karşı soğuk durdum mu, ağzına geleni söylerdi. Annem kızardı bana, ablam da öyle.
’Yapma babama böyle’ derdi.
***
Bir gün çıktım evden. Fatih’e gittim. Roma dondurmacısına...
İlk kez özgür oldum. Çevreme baktım. Sonra bir masanın etrafında toplanmış konuşan gençleri seyre daldım. Hatta âşık da oldum bir tanesine...
Korktum. Anlatmaktan eşcinselliğimi hisseden ve durumu kendi lehine kullanmak isteyen babamın bana sevgili olduğunu söylemekten çekindim. Onlar buna gülerlerdi çünkü. Oysa ne diyorum ben. Gitmedim ki hiç yanlarına. Hep uzaktan baktım.
Dışarı çıktım o kırmızı Chevrolet durdu önümde. İçeriden bana bakan yeşil gözleri gördüm. Şimdi dayak zamanıydı. Dondurmadan yapış yapış kalmış ellerimle, arabanın kapısını açtım ve içeri geçtim. Ellerimi bacaklarımın arasına soktum. Çünkü annem böyle öğretmişti. Babaya itaat deniyordu bu harekete...
O bana dokunduğunda da böyle yapardım. Utanırdım. Annem söyledi diye değil. Yo, o zaman öyle değil.
Bana dokunmasın diye.
***
Arabayı Yenikapı’ya doğru sürdü. Ben hiç konuşmadım. O da konuşmadı. Köhnemiş ve izbe yere vardığımızda arabadan çıkmamı söyledi. Ben ilk gökyüzüne kaldırdım başımı. Yıldızlara yani…
Babam çocukken bize göstermemişti bunları. Ne bileyim gülümsedim bir an.
‘Niye gülüyorsun?’ Dedi.
‘Hiç’ dedim.
Ama hiç değildi ki, sadece yıldızlara yapmıştım bu hareketi.
***
Aslında dondurmaya kızmıştı, babam. Gülümsememe değil. Gençlerin arkasından baktığımı gördüğün de arabaya bin işareti yapmıştı. Yani o gece dondurma yememiş olsaydım, kızmayacaktı.
Dayak yemeye başladım. Tam yıldızların altında…
Uzaktan kızarmış balık kokuları geliyordu ve Müzeyyen Senar söylüyordu ' Ömrümüzün son demi '..
Sonra kanayan kaşımla girdim arabanın içine. Pantolonum dizlerimdeydi. Aksaray tabelasını gördüğüm de ağlıyordum.
Sonra kanayan kaşımla girdim arabanın içine. Pantolonum dizlerimdeydi. Aksaray tabelasını gördüğüm de ağlıyordum.
Eve geldik. Annem söylenmeye başladı. Babam ’Serseriler işte böyle dayak yer. Mahallenin gençleriyle tartışmış... ’ dedi.
Ve ben yaralarımın geçmesini beklemek için o eski ahşap evin en küçük odasına girdim.
***
Bir pazar günü. Mezar ziyareti için hazırlanıyoruz. Aynanın karşısına geçip boynumu çok sıktığını düşündüğüm kravatımı gevşetiyorum.
Şimdi onun yanına gideceğiz. 1963 yılı Mart ayında, o çok üzerine titrediği kırmızı Chevrolet’iyle, kaza yapan ve hayatını kaybeden o adamın yanına.