Benim Adım Sam |
Bu blogu aktif hale getirmeye karar verirken 100. yazıya ulaşacağımı pek düşünmemiştim. Aldığım tepkiler ve tıklanma sayısına baktığımda ise mutluluğum perçinleşiyor. Nice 100 yazılara diyerek her sene mutlaka seyrettiğim ve favorilerimin arasında olan I Am Sam’e geçmek istiyorum. Blogtaki takma ismim lucyinthesky'a da ilham veren 134 dakikalık dramın yönetmen koltuğunda Jessie Nelson oturmaktadır. Senaryo ise Kristine Johnson ve Jessie Nelson tarafından kaleme alınmaktadır. Zengin oyuncu kadrosunda Sean Penn, Michelle Pfeiffer, Dakota Fanninf, Diane Wiest, Loretta Devine ve Richard Schiff yer alıyor. 22 milyon $ bütçeli filmin hasılatı ise 100 milyon $’a yakındır. IMDB’de 7.4 puanı olan projenin müzik çalışmalarını John Powell üstlenmiştir.
Zeka düzeyi 7 yaşındaki bir çocukla eş olan Sam, kızı ile mutlu bir hayat sürdürmektedir. Beatles'ın koyu bir hayranı olan Sam, Lucy 7 yaşına geldiğinde ise sorunlar yaşamaya başlar. Kızına yeteri kadar yardım edememektedir ve bundan dolayı hükümet görevlileri kızı Sam’in yanından alırlar. Fakat bilmedikleri bir şey vardır: All you need is love!
Sakin ve yumuşak bir giriş müziği ile Starbucks’ta başlayan film, karakterleri ve olayları sırasıyla seyirciye çok kafa yormadan anlatır. Her an Starbucks’ı görmek ister istemez imdat çanları çaldırsa da zamanla alışılıyor. Kostüm, dekor, mekan ve renk seçimleri öyküye gayet uygun seçilmiş. Her yıl izlediğim için her defasında ayrı bir ayrıntıyı yakalama fırsatı oluyor. Fakat şu ana kadar rahatsız edici herhangi bir şey göremedim. Aslında çok yaratıcı, çok düşündüren bir senaryo yok. Fakat karakterler ve duygular o kadar güçlü ki ister istemez öykünün önüne geçiyorlar. Sam karakteri zaten başlı başına filmi izleme sebebi olsa da avukat Rita’nın hayatı ve o kariyerin arkasında gizli kalan yalnızlığı, Sam’in arkadaş grubunun birbirine olan bağlılığı (özenilecek bir arkadaş grubu), Lucy karakterinin o yaşta yaşadığı zorlukları ardı arkasına izlemek hem tebessüm ettiriyor hem de gözleri çaktırmadan yaşlarla dolduruyor.
Öykü, Sam karakterin hayatı Beatles gözüyle yaşaması üzerinden anlatılıyor. Zeka düzeyi, 7 yaşındaki bir çocukla eş olmasına rağmen her konuyu bir şekilde Beatles ve şarkılarına bağlayabilen sevgi dolu ve azimli bir insan var. Onun sayesinde dünyaya Beatles’ın gözünden bakabilirsiniz. Beatles şarkıları arkasında yatan gerçekler ile ilgili bilgilere sık sık veriliyor (Lucy ve Rita isimlerinin ne için seçildiğini spoiler olmaması için yazmıyorum; izlerseniz göreceksiniz ve inanın çok hoşunuza gidecek). Şarkılar ve sahneler o kadar güzel eşleştirilmiş ki şaşırmamak imkansız. Beatles şarkılarının coverlanmış hallerini dinlemek oldukça keyif veriyor. Bu yüzden filmin müzik albümünü dinlemenizi tavsiye ederim, tıpkı şu anda yazarken benim yaptığım gibi. Bunların arasında “I’m Looking through”, “Lucy in the sky with diamonds”, “We can work it out”, “Let it be”, “Julia”, “Don’t let me down”, “Strawberry fields forever”, “Across the universe”, “Two of us”, “Nowhere man”, “Revolution” gibi şarkılar yer alıyor.
Yirmiye yakın filmini izlemiş biri olarak en çarpıcı rollerden birini Sam karakteri ile gerçekleştiren Sean Penn, bu performansla en iyi erkek oyuncu Oscar adaylığına layık görülmüştür. Tabi oynadığı karakterin fiziksel özellikleri bu adaylık için büyük bir etken olsa da inandırıcılığını görmemek bencillik olur. Michelle Pfeiffer ise mimikleri, hareketleri ve bakışlarıyla o hayatı yaşarmışçasına aktarıyor. Pfeiffer’ın bu rolü kabul etmesindeki en büyük etken ise Sean Penn ile bir projede beraber çalışma arzusu imiş. Dakota Fanning ise ilk ciddi film projesini ne kadar doğru seçtiğini ispatlıyor. Bir insanın sinema dünyasına böyle bir proje ile girmesi onun yeteneğini mi gösterir yoksa şansını mı emin olamadım. Gerçi izlerken ne kadar yetenekli olduğunu fark edeceksiniz. O yaştaki bir çocuğun böyle bir psikolojiyle nasıl hayatta kaldığını ve umudunu yitirmeden yaşadığını 7 yaşındaki Fanning nasıl canlandırıyor inanmak çok güç. Bu arada Lucy karakterinin küçüklüğünü (2-3 yaşlarını) canlandıran oyuncu, Dakota Fanning’in küçük kız kardeşi Elle Fanning’tir. Elle Faning’i en son sinemalarda “Super 8” filminde izlemiştik.
Şimdi de gelelim film ile ilgili bazı gerçeklere. Her ne kadar izleyenlerin çoğu bu filmden oldukça memnun kalmışlarsa ve IMDB’den de hatırı sayılır bir puan almışsa da Rotten Tomatoes sitesinde sadece %34’lük bir beğeniyle karşılaşmıştır. Metacritic’te ise bu skor 28’e iniyor. Bu olumsuz eleştirilerin odak noktasında ise karakterlerin yerleri, duygusallığın boyutu ve seçimlerin uygunsuzluğu bulunmaktadır.
Bu olumsuz eleştirilere saygı göstersem de olaya tamamen duygusal (tabi ki gerçek anlamıyla duygusal) yaklaşıyorum ve filmi mutlaka izlemenizi tavsiye ediyorum. Öyküyü çok anlatmamak için fazla üstünde durmadım fakat o zeka düzeyindeki bir babanın sınırlı maddi olanaklarına rağmen hayattaki tek gerçeği olan kızına duyduğu sevgi ve onun için verdiği savaş o kadar dokunaklı ki kalbinizin en derin köşelerini bile sızlatabilir. Babalıkla ilgili izlediğim o kadar filme rağmen en güzel örneği bu filmde gördüm. Üstelik de bunu sürekli ağlatmadan başarıyor. Hayır, acı çekmekten zevk alanlardan değilim. Fakat maddi manevi (sağlık da dahil) hiçbir sıkıntısı olmayan anne babaların dahi göstermediği (ya da gösteremediği) koşulsuz sevgiyi böyle bir karakterde görmek hem sevindiriyor hem de ağlatıyor. Keşke Lucy’e ne kadar şanslı bir kız olduğunu söyleyebilsek…
0 Yorumlar