Uzun zamandır kırdığım kalemimin ucunu açtım. Tesadüf değildir, bugün dönüyor olmam.
Aile fotoğraflarına bakıyorum bir süredir. Sisleniyor albüm elimde. Renkli, güzel günlerin yerini siyah beyaz hatıralar alıyor. Siyahların da bir süre sonra şekil verdiği beyazlara karışıp yok olacağını biliyorum. Hayatın, her birimizi bir yandan diğerine taşıdığını görüyor gözlerim. Her ölümle biraz daha eksiliyorum. Eksikliğimi hissetmemek için düş dünyasının kapısını aralıyorum. Sevdiklerimin bir köşe başından çıkıp geldiklerini ve beni sobelediklerini hayal ediyorum. “Saklambaç oyunu sona erdi. Yeniden toplanma vaktidir!” denmesini bekliyorum. Düşten gerçeğe düştüğümde ise çocuk olmadığımla ve gelmesini beklediklerim gelmeyeceği ile yüzleşiyorum. Tüm yaşanmışlıkların en can yakıcı tarafını artık daha iyi sezebiliyorum.
Bir sürü şeyi unutmak istedim yazmayı bıraktığım günlerde. Durmadan yinelenen şeylerin esiri olmaktan ürktüm her nefes alıp verişimde. Aidiyet duygumun sarsıldığı günlerde her türlü kurmacalardan kaçmak istedim. Çünkü kurmaca hayat, hastalıklı bir aşk gibi geliyor bana. Giderek daha da örseleyici hale dönüşen bir bağımlılıkla hayatımı sürdürmek istemiyorum. Şekilsizleşen ve mayası bozulan kent dekoruna prangalanmış olarak yaşamayı yakıştıramıyorum kendime. Gerçek bir direniş bu! Tüm yıkıcılığına karşın medeniyetin içinde kendim olarak kalmaya çalışıyorum. Kendim gibi kalabilmek için önce ne istediğimi bilmem gerekiyordu. Daha önceleri elimde kocaman bir silgi olsun istiyordum bütün hüzünleri silebilmek için. Şimdi ise sadece anlatabilmek için insan öyküleri istiyorum. Kalem insanlıktan çok sonra yaratılmış bir şey. Öyküler yaşar kalem kırılsa da artık biliyorum.
Sessizliğin bana iyi geldiğine inanıyorum. Sade bir aklın önderliğinde yalın ayak yürümek istiyor Uzağa Giden. İşte bu nedenle yazgıları kaleme almaya karar verdim. Yaşanmışlıkların elbise olarak asıldığı gardroptan bir gün giyinip, yazılarımı öyle yazacağım artık. İyi niyetim ya da merhametim ne kadar büyük olursa olsun başkalarının yaşadığı acıları, kırgınlıkları gözümde canlandıramıyorum çünkü. Yaşanmışlıkları hepimiz kendi öyküsüymüş gibi anlatıyoruz. Böylece, olaylara yüklenen anlam zaman geçtikçe değişiyor. Yaşanan olaylar anılara konu olan kişilerden bağımsız hale geliyor. O anı yaşayan canları belki bu yüzden unutuyoruz. Unutulmayanları ise anıyoruz.
2 Temmuz çocukluğumun sisli anılardan birisi. O bina ister lokanta olsun, ister kütüphane sönmüş nefeslerin durağı olarak kalacaktır. Çalınmış ömürler tekkesinde ha bir eksik he bir fazla ne değişir değil mi? Bu sabah yine Belkıs Çakır’ı düşünüyorum! Şimdi 35 yaşında olacaktı. Temiz ve sade bir evi olurdu onun tıpkı ruhu gibi. Balkonunda begonviller… İki kızı olurdu belki. Çocukları hastalanınca beni arardı, olmadı ellerinden tutardı getirirdi bana. Oynardım ben çocuklarla! Belki iletişimimiz yıllar önce kopardı. Kaderin savurduğu coğrafyalarda bir sosyal paylaşım sitesi sayesinde bulurduk birbirimizi. Ama bulurduk birbirimizi. Belkıs Çakır düşünüyorum bugün yine. On yedi yıl öncesinde ömrümden çalınmış bir günü geri getirmek istercesine.
Yazmaya çalışıyorum eksilen ruh güncemin herhangi bir gününde…
Olabildiğince!
1 Yorumlar