Banner

Bir Heyecan Olmalı…

Bugün bir değişiklik yapıp, “bizim zamanımızda..” diye başlayan bir yazı kaleme alacak ve sizleri de benle birlikte okul sıralarına götüreceğim.

Malum bugün karne günü ve bugün çocuklarımızın karne sevincine ortak olacağız…

Belki onlarla birlikte üzülecek, belki notların kritiğini yapıp, daha güzel notlar almak için nasıl “yarış atı olunacağını” konuşacağız.

Belki de eğitim sistemini eleştirecek, ideolojik kaygıları dillendirecek, iktidarın yanlış yaptığını söyleyecek, öğretmenlerin iyi eğitim vermediğinden bahsedeceğiz…

Sonuç itibariyle eskiye göre değişmeyen şey ise “notlar iyiyse biz aldık, değilse öğretmen verdi…”

Ama gerçek olan, teknolojinin, gelişmenin bazı şeyleri öldürdüğüydü…

Öncelikle de heyecanı…

O zamanlar her şeyin bir heyecanı vardı…

Beklemek acıydı ama heyecanlıydı da…

O heyecan sarardı her yanımızı…

Bizi ateşlerdi, tetiklerdi, âşık ederdi, sevdalandırırdı, uçururdu, kaçırırdı, dağlara çıkarırdı, yollara vurdururdu…

Heyecan yoksa hayatın anlamı da yok demektir bana göre…

Heyecanı kaybetmek, hayatı kaybetmekle eşdeğerdir…

O kadar çok heyecanımız vardı ki, o kadar çok şeyi merakla beklerdik ki, o kadar çok şeye arzu duyardık ki…

Bazen sıcak bir simit, bazen kızarmış halka tatlı, bazen bir gülücük, bazen bir bakış, bazen bir dokunuş, bazen ruhu okşayan bir ses ve bazen de not…

***

Bizim zamanımızda her yapılan sınavın bir heyecanı vardı…

Önceden “falanca gün yazılı var” denmezdi, davetiyeli yazılı yapılmaz, “çıkarın kağıtları” dendiği anda yazılı moduna girerdik…

Yazılıdan ne aldığımızı, internette e-okul’a girip öğrenme şansımız yoktu, öğretmenin lütfuna mazhar olmayı beklerdik.

Kaç yazılı olduk, kaç sözlü olduk, hangisinden ne aldık gibi sorularımızı kime soracaktık ki?

Eğer “iyi saatlerde olsunlar”a denk gelmişse öğretmenimiz, “notları açıklıyorum” diyerek “kara kaplı” defterini açıp isim isim okurdu…

İyi not alanlara “aferin” demesi, kırık not alanlara “eşek adam” diye takılması bile hoştu…

“1859 Naif Karabatak”ın notları pek parlak olmazdı, kötü de çıkmazdı yani…

Derslere kafa yormamamız için o tarihlerde “kardeşi kardeşe düşürme” provaları yeni yeni yapılıyordu…

Minicik kafalarımızın içini “karşıt görüş düşmanlığı”yla doldurmaya çalışıyorlardı.

Bizse inadına savaşmıyorduk, sevişemiyorduk da…

Çünkü yaşımız “tutmuyor”du…

Henüz şimdiki gençler gibi kafamız “o işlere” çalışmıyordu…

Facebook’umuz yoktu ki, “sevgililerimizden(!)” mesaj alalım…

MSN’emiz yoktu ki, her daim görüntülü konuşalım…

Bize uzaktan görme yetiyordu…

Hemencecik heyecan sarıyordu her bir yanımızı.

Eli elimize değse, gözü gözümüze rastlasa bütün vücudumuz tir tir titrerdi…

Yolunu beklerdik her köşe başında, sağ salim eve varmasını ondan habersiz sağlardık.

Karşılıksızdı bizim sevgimiz, çıkarsızdı…

“Faydalanma” lügatimizde yoktu, sevmemiz yetiyordu…

Sevilmeyi düşünen kim?

***

Her yılsonunda “karne heyecanı” sarardı her yanımızı…

Notumuz nasıl olacaktan çok, aynı sınıfta kalıp, kalamayacağımız önem taşırdı…

Ya ben kırık not alırsam, ya o yüksek not alır da bir başka sınıfa giderse…

Düşünmesi bile korkunçtu…

O heyecanla karne almayı beklerdik…

Notlarımızı da bilemez, belki tahmin yürütürdük, öğretmenlerin vicdanına sığınırdık bir şekilde…

Ve karne gününü iple çeker, notlarımız iyiyse atacağımız sevinç narası, bir başkasının notuna endeksli olurdu…

***

Şair “önce ekmekler bozuldu” der…

Oysa önce bozulan heyecanımızdır…

Onu aldılar bizden…

Hayatımızı kolaylaştıran teknoloji, sunduğu kolaylıklarla “bekleme” zevkini de bir yana bıraktı, hasreti kaybettik sanki…

Karne notlarını bile bir ay önceden bilen öğrencilerin nasıl bir heyecanı olacak?

İnsanın hayatında bir heyecan olmalı, çocukluğunda da, gençliğinde de, olgunluğunda da, ihtiyarlığında da…

İnsanı hayata bağlayan en önemli şeydir heyecan…
Naif Karabatak
18 Haziran 2010

Yorum Gönder

1 Yorumlar

A-H dedi ki…
Ne guzel anlatmissiniz Naif bey kesinlikle oyleydi, hersey daha heyecanli ve daha tatliydi, yeni nesillere uzuluyorum ben bunun icin... herseyleri var ama hicbirseyden tad alamiyorlar.