"Abla"nın annesinin ölüm yıldönümünde, yeniden: "…öte yandan… 31" - Bir milyon kalem

Bir milyon kalem

Blog yazarları topluluğu

2 Haziran 2010 Çarşamba

"Abla"nın annesinin ölüm yıldönümünde, yeniden: "…öte yandan… 31"


3 Haziran 1990, çok sıcak bir İstanbul gününde “abla” ile küçük kız kardeşi, Şener Şen-Müjde Ar’lı Arabesk filmini izleyip eve dönerler. Kedi odası küçük tuvaleti düzenleme kararlılığıyla o yana neredeyse sürünen "abla"nın üzerinde, havadan çok daha ağır bir şey vardır. Böyle bir yıkıcı sıcak sanki hiç yaşamamıştır, bir daha da yaşamayacaktır!

Birkaç şeyin yerini değiştirir, çok az bir şey yapmıştır ki telefon çalar, açar; öbür uçta Ankara’daki eniştesi, "…annenizi kaybettik!" gibisinden bir şeyler söylemekte! “Abla”nın aklı, ortanca kızkardeşinin ameliyatına, refakatçisi olma niyetiyle Ankara’ya giden annesiyle ilgili bu taze-yeni bilgiyi derhal reddeder, hiç değerlendirmeye almaz. Enişte ısrar eder; bu kez kardeşini ister telefona “abla” ve onun da aynı şeyi tekrarlaması üzerine direnmeyi bırakır, eyleme geçer. Ağlamaz, bilir ki ağlayacak çoook zaman var; küçük kardeşe olanı söyler, yola çıkmadan önce küçük kızın babası, boşanmış oldukları eski kocasını, çocuğu emanet etmek üzere arar, kimbilir hangi takımlar arası, kimbilir ne’sine, kimbilir nereye maç yapmaya gittiğinden bulamaz. Arkadaşlarından en yakın hissettiği, her zaman güvendiği birini arar, kızın başına diker; iki kardeş, cenazeyle dönmek üzere yola çıkarlar.

Alelacele bilet alınan, hangi firmaya ait olduğunu şimdi hiç hatırlamadığı gece otobüsünde, aşağıda yeterince içmemişler gibi mola sonrası şakır şukur yaktıkları çakmaklarıyla kalınlaştırdıkları sigara dumanı altında soluk almakta zorlanarak yol almaktayken bir de, ne olduğu anlaşılamayan kötünün kötüsü bir müzik! “Abla”, muavini çağırır "biz" der, "bugün annemizi kaybettik" ve rica eder "müziği kapatır mısınız lütfen?" Ortanca kızkardeşleri, ikisini, sabaha karşı kıyıcı bozkır ayazı bir saatte, evinin yakınındaki otogar AŞTİ girişinde karşılar. Büyük olasılıkla yarısı sinirsel, titreme daha çok takırdama içindeki “abla” 18 yıl önceki 4 Haziran Ankara sabahındaki gibi bir ayaz bir daha hiç görmez, konuşmasını engelleyecek kadar hiç üşümez!

Cenaze ile İstanbul’a dönülür, bitip tükenmez yol bir daha hiç bu kadar uzun gelmez!

Üç kızkardeş, evin diğer odalarında yatacak yığınla yer varken, bir odada -yere de yatak serip- geceyi bir arada geçirirler; ortancanın bir sağlık kalp sorunu yaşamakta olduğuna dair belirtilerin olduğu uzuuun tedirgin bir gece! Ertesi sabah Fulya’daki Kalp Vakfı’na giderler ve durumu anlatırlar, bazı testlerden geçirilirler; belirtiler normal ve doğaldır. Annelerinin ölümüne yakından tanıklık eden kızkardeş, gördüklerini, bedeniyle yansıtıp yaşamakta! Doktorun "psikosomatik" olduğunu söylediği zâhirî kalp krizi geçirmekte kardeşlerini alıp görece rahatlayarak ayrılırlar.

"Ayakucundaki ufak alanı da alın, yeşillendirirsiniz" diyen Mezarlıklar Müdürlüğü önerisine uyan kardeşlerin, mezarın boyutlarını gördükten sonra "gören de Keriman Hanım’ın değil Kerim Abdülcabbar’ın mezarı sanacak!" diyen “abla”larını "böyle bir zamanda bile…" diyerek kınadıkları definden sonra, sıra, annelerinin çalıştığı Balıkesir’de kaldığı lojmanın boşaltılmasına gelir.

Gezgin teyze ve eniştenin paha biçilmez desteğiyle evi toparlamaya giderlerken “abla”, yolda, bir konuşma sırasında her şeyin çok beyaz olduğundan yakınır; olan bitenin olanca netliğiyle ortada olduğu, görmezden gelinemeyeceği keskin acısının gizlenemeyeceği, doğduğumuz andan başlayarak yaptığımız tek şeyin, ölmekte olduğumuz gerçeğinin apaçık göründüğü mat, katı bir beyazlık!

Öte yandan, annesinin ölümü sonrası, “abla”nın aklında, hangi aralık hatırlamaz, şu düşünce yavaaaşça netleşir: "Artık kendimi beğendirmek zorunda olduğum biri yok!" Omuzlarındaki bir yükten kurtulmuş gibidir, bir hafifleme bir rahatlık… Hemen dile getirmeyip mantıklı bir zaman sonrası ortaya koyduğu bu düşüncesi, duygusu, doğallıkla kardeşleri tarafından hoş görülmez.

Altında, çoğu zaman ezildiği sorumluluk, yetersizlik, değersizlik duyguları, "mükemmel olmak zorunda olduğu zannı" gibi çözmek zorunda olduğu pek çok problem bırakarak giden, kendisini sevmediğini düşündüğü annesine, sonraki yıllarda duyduğu kızgınlık, “abla”ya kalırsa boşuna değil! Seçimler yaparak yürüttüğü yaşamının sorumluluğunu alıp, geçmişle ilgili değerlendirmelerini nasıl yapacağı, nereye bakacağını, -sağduyusu, ben'im varlığı, yüksek benliği, Tanrısal yanı- Basiret Hanım’ın yönlendirmesiyle bulmaya çalışırken, kendisini rahatsız ettiği için "olumsuzluk" olarak isimlendirdiği yanlarını "olumluya dönüştürme gayreti"nin, bu sürecin bir armağan olduğu anlamakta gecikmez “abla”; onu bulunduğu yere getirip, önüne, kendisini geliştirecek problemler yığarak giden anneciğini, affedebilmesi, taa yüreğinden sevgiyle saygıyla anabilmesi için neredeyse 20 yıllık bir zaman gerekmiştir!

2 yorum:

  1. Bazı sorunlar bir ömür boyu sürer:(( Çözdüğümüzde de gitme vakti gelmiştir neredeyse. Barışmak... Bu aslında neticede kendimizle yaptığımız bir iş.. Çünkü kendimizle barıştığımızda diğerlerini de affederiz. Diğerleri de figürandır bu oyunda, ne dersiniz öyle değil mi? Çok selam ve sevgilerimle.

    YanıtlaSil
  2. Çok şükür "abla"nınki yalnızca 20 yıl almıştır. Sevgili Zühal Voigt'a candan katılır; kendisini affetmeyen kişinin bir diğerini, güzel deyişiyle figüranları affetmesi olanaksız...

    Başarısız derslerin sınıf tekrarlatması gibi, affetmeyi öğrenene dek, kimbilir ne kadar gidip gelmek, kaç kez reenkarne olmak gerekecektir.

    YanıtlaSil

Lütfen düşüncelerinizle katkıda bulunun.

Not: Yalnızca bu blogun üyesi yorum gönderebilir.

Sayfalar