Banner

Krishnamurti - Dünya Barışı (Çeviri: Barış Akalın)

Aşağıdaki metin, kendisine 1984 Birleşmiş Milletler Barış Madalyası verildiği sırada Birleşmiş Milletler'de Juddi Krishnamurti tarafından yapılan konuşmanın bir bölümüdür (Çeviri: Barış Akalın).


Benden Birleşmiş Milletler'in 40. kuruluş yıldönümünün ötesinde Dünya Barışının nasıl olacağı ile ilgili bir konuşma yapmam istendi.

İnsanlık, insan elli bin yıldır bu dünya üzerinde yaşıyor; belki daha uzun süre ya da daha kısa... Bu uzun evrim süreci boyunca insan dünyada barış yüzü görmedi - 'pacem in terris' (dünya barışı) Hıristiyanlık'tan çok daha önce antik Hindular ve Budistler tarafından dile getirildi. Ve tüm bu süre boyunca insan çatışma içinde yaşadı; yalnızca komşusuyla değil, aynı zamanda kendi kültürüyle, kendi toplumuyla, kendi ailesiyle... İnsan, son beş bin yıl boyunca, belki de daha uzun süre insana karşı savaştı, mücadele etti. Tarihsel olarak her yıl savaş vardı; ve halen savaş halindeyiz. Sanırım halen devam eden kırk savaş var... Yalnızca Katolikler değil, diğer gruplar da dahil olmak üzere dinsel hiyerarşi, 'pacem in terris'ten, dünya barışından, insanların içindeki iyi niyetten bahsetti. Fakat bu dünya barışını sağlamak için asla ortaya çıkmadı. Ve onlar ölüp cennete gittiğinizde bulacağınız barıştan, barışı orada bulacağınızdan bahsetti.

Eğer gerçekten samimiysek insan düşünmeden edemiyor: bir insan neden başka bir insanı öldürür? - Tanrı adına, barış adına, belirli bir ideoloji adına, ülkesi adına (bu her ne demekse) ya da kral ve kraliçe adına veya buna benzer şeyler için... Büyük olasılıkla şunu hepimiz biliyoruz: yavaş yavaş yok edilen bu dünyada insan asla yaşamadı; insan neden başka bir insanla barış içinde yaşayamıyor? Neden, sonuçta yüceltilmiş aşiretçilikten başka bir şey olmayan, ayrı ayrı ülkeler var? Ve dinler... İster Hıristiyanlık, ister Budizm, isterse de Hinduizm olsun, bunlar da birbirleriyle savaş halinde. Ülkeler savaş halinde, ideolojiler, ister Rus isterse de Amerikan olsun, savaş halinde, ya da başka kategorideki ideolojiler, hepsi birbiriyle savaş ve çatışma halinde. Ve bunca yüzyıl bu dünyada yaşadıktan sonra, insan bu muhteşem gezegende neden barış içinde yaşayamıyor? Bu soru defalarca soruldu. Bu soru çevresinde bunun gibi bir organizasyon kuruldu. Bu organizasyonun geleceği nedir? 40. yıldan sonra gelecekte neler olacak?

Zaman yaşamımızdaki garip bir faktör. Zaman hepimiz için çok önemli. Ve gelecek şu anda olan şeydir. Gelecek şimdidir; çünkü aynı zamanda geçmiş olan şimdi, kendisini şu anda değiştirerek gelecek olur. Bu zamanın döngüsüdür, zamanın yoludur... Ve şu anda, kuruluşun 40. yıldönümünün ötesinde değil, şu anda, şimdiki zamanda radikal bir değişim, temel bir dönüşüm meydana gelmezse, gelecek şu anda olan şey olacaktır. Ve bu tarihsel olarak kanıtlanmıştır; bunu günlük yaşamtılarımızda bile kanıtlayabiliriz.

Asıl soru şudur: insanlar, siz ve biz, platform üzerinde oturanlar - burada yukarıda oturduğum için özür dilerim - gerçekten insan mıyız? Ve birbirimizle ya da kadınlar ve erkeklerle sürekli bir çatışma içinde olmamız durumunda bu dünyada barış olmayacaktır. Bu konuda sonsuza kadar konuşulabilir. Roma Katolik hiyerarşisi 'pacem in terris'ten bahseder ve aynı zamanda geçmişte dehşete düşüren savaşlardan sorumlu olmuşlardır. Yüz yıl boyunca savaş, işkence ve her türlü korkunç şeyi insanlığa yapmışlardır. Bunların hepsi olgulardır, gerçeklerdir, konuşmacının uydurmaları değildir. Ve dinlerin tümü de olgulardır; gerçeklerdir... Konuşmacının uydurmaları değildir. Ve İslam, Hindular, Budistler ve diğerleri, kendi savaşlarını verdiler. Ve 40. kuruluş yıldönümünün ötesinde göreceklerimiz şu anda olup bitenlerdir.

İnsan bunun anlaşılıp anlaşılmadığını merak ediyor. Şimdi yalnızca geçmiş değildir; aynı zamanda geleceği de içinde taşır; kendisini şimdi aracılığıyla sürekli değiştiren geçmiş geleceğe doğru uzanır. Eğer tartışmaları, mücadeleleri, karşıtlıkları ve nefreti durdurmazsak, yarınımız da aynı şekilde olacaktır. Ve o yarını bin yıla uzatabilirsiniz; gene aynı yarın olacaktır.

Bu durumda kendimize şu soruyu sormamız gerekir: Biz insanlar olarak, tek başına ya da bir topluluk içinde veya bir aile içinde birbirimizle barış içinde yaşayabilir miyiz? Organizasyonlar bu problemi çözemediler. Yeniden organize olabilirsiniz; fakat savaş halen devam ediyor. Bu nedenle organizasyonlar, ister dünya organizasyonu olsun, isterse de barış getirecek başka bir tür organizasyon, asla başarıya ulaşamayacaklardır; çünkü insanlar, bireysel olarak, topluca ya da ülke düzeyinde çatışma halindeler. Amerika ya da Rusya gibi güçlü ülkeler birbirleri ile savaş halinde - ekonomik olarak, ideolojik olarak ve fiilen -; fakat henüz kan dökülmedi. Sonuç olarak daha önce de dediğimiz gibi yüceltilmiş aşiretçilik olan ülkeler var olmaya devam ettiği müddetçe bu dünyada barış büyük olasılıkla mümkün olmayacak. Ülkeler kesin bir güvenlik sağlamakta; insanlar güvenliğe ihtiyaç duyuyorlar ve bu nedenle milliyetçiliğe ya da başka bir ideoloji ya da inanca yatırım yapıyorlar. İnançlar, ideolojiler ve diğerleri insanları ayırmıştır. Ve organizasyonlar insanlar arasında barışı büyük olasılıkla sağlayamayacak; çünkü bazıları bir şeye, belirli ideolojilere, Tanrı'ya inanıyor ve diğerleri inanmıyor.

Bir kitaba - Kur'an ya da İncil - dayalı dinlerin bağnaz, dar görüşlü ve tutucu hale geldiği hiç düşünüldü mü merak ediyorum. Ve Hinduizm ve Budizm gibi dinler... Bunların, hepsinin kutsal ve gerçek olduğuna ve doğrudan Tanrı'nın sözlerini barındırdığına inanılan bir sürü kitabı var! Bu dinler o kadar tutucu değillerdir; toleransları vardır ve farklılıkları kendi içlerinde eritirler. Yani bu çatışma da devam ediyor: Kitaplara inananlar ve herhangi bir kitaba inanmayanlar. Ayrıca kitap ve birden fazla kitabı kabul edenler arasındaki çatışma. Tüm bunların fark edilip edilmediğini merak ediyorum.

Ve eğer gerçekten samimiysek şu soruyu derinlemesine soruyoruz: Siz ve ben ve organizasyonlarda görev alanlarımız birbirimizle barış içinde yaşayabilir miyiz? Barış yüksek düzeyli bir zeka gerektirir; yalnızca belirli bir savaş formuna, nükleer ya da atom bombasına ve bunun gibi şeylere karşı gösteriler yapmak yeterli değildir. Bunlar milliyetçiliğe, belirli bir inanca, ideolojiye hapsolmuş zihinlerin ürünleridir ve bu zihinler dünyaya silah temin ediyorlar; - güçlü olanlar, Amerika, Rusya, İngiltere ya da Fransa - dünyanın geri kalanına silah temin ediyorlar ve bunu yaparken aynı zamanda barıştan bahsediyorlar.

Kinizmin çok yaygın olduğu bir dünya burası ve kinizm duygusal yakınlık, ilgi ve sevgiyi tolere edemez. Sanırım şu özelliğimizi kaybettik - şefkat özelliğimizi. Şefkatin ne olduğunu analiz etmeyin - o kolaylıkla analiz edilebilir. Sevgiyi analiz edemezsiniz; sevgi beynin sınırları dışındadır; çünkü beyin bir algılama aracıdır; tüm reaksiyon ve aksiyonun merkezidir ve biz bu sınırlı alanda barışı ve sevgiyi bulmaya çalışıyoruz. Yani, düşünce sevgi değildir; çünkü düşünce ister şu anda isterse de gelecekte olsun sınırlı olan deneyime ve yine her zaman sınırlı olan bilgiye dayanır. Yani bilgi her zaman sınırlıdır. Ve beyinde hafıza olarak bulunan bilgiye sahip oluruz ve bu bilgiden düşünce fışkırır. Eğer bir kişi kendini incelerse, kendi düşünce, deneyim ve bilgi aktivitesine bakarsa, bu çok basit ve kolay bir şekilde gözlemlenebilir. Bunu anlamak için kitap okumanıza ya da uzman olmanıza gerek yoktur.

Yani, ister şu anda isterse de gelecekte olsun düşünce her zaman sınırlıdır. Ve biz tüm problemlerimizi, teknolojik, dinsel ve kişisel problemlerimizi düşünce aktivitesi ile çözmeye çalışıyoruz. Açıktır ki düşünce sevgi değildir; sevgi bir duyumsama ya da zevk değildir; o arzunun bir sonucu da değildir. O tamamen farklı bir şeydir. Konu aslında şefkat olan ve kendine özgü bir zekası bulunan sevgiye geldiğinde kişinin kendisini, ne olduğumuzu anlaması gerekmektedir - analiz uzmanları yoluyla değil; kendi üzüntülerimizi, kendi zevklerimizi ve kendi inançlarımızı anlayarak.

Biliyorsunuz ki, dünyanın neresine giderseniz gidin, insanlık, insanlar çeşitli nedenlerden dolayı acı çekiyorlar; acıya, üzüntüye yol açan olay önemsiz olabileceği gibi çok çok derin etkilere yol açan bir olay da olabilir. Ve dünyadaki her insan bunu ister küçük ölçekte isterse de ölüm gibi çok feci bir olay şeklinde olsun mutlaka yaşıyor. Ve üzüntü tüm insanlık tarafından paylaşılmaktadır; bu yalnızca sizin ya da benim üzüntüm değildir; bu tüm insanlığın üzüntüsü, tüm insanlığın tedirginliği, acısı, yalnızlığı, çaresizliği ve saldırganlığıdır. Yani, siz ve ben insanlığın bir kısmını oluşturuyoruz; bizler psikolojik olarak insanlardan ayrı değiliz. Kadın olabilirsiniz ya da bir erkek olabilirsiniz; uzun boylu, siyah, kısa boylu vb. olabilirsiniz; fakat içsel olarak, psikolojik olarak ki bu çok daha önemlidir, biz insanlığın bir kısmını oluşturuyoruz. Sizler insanlığın bir parçasısınız ve eğer birbirinizi öldürürseniz, birbirinizle çatışma içine girerseniz, kendinizi yok ediyorsunuz demektir. Eğer herhangi bir çarpıtma olmadan çok çok dikkatli bir şekilde kendinize bakarsanız bunu gözlemleyebilirsiniz.

Dolayısıyla barış yalnızca, insanlıkta, sizin ve benim içimde herhangi bir çatışma olmadığında ortaya çıkabilir. "Eğer birisi kendi içindeki tüm çatışmaları sonlandırabilirse, böyle bir düzeye ulaşırsa, bu insanlığın geriye kalanını nasıl etkileyecek?" diye sorabilirsiniz. Bu çok çok eski bir sorudur. Bu soru - eğer varolduysa - İsa'dan binlerce yıl önce ortaya atılmıştır. Ve kendimize şu soruyu sormamız gerekir: içimizdeki üzüntü, acı ve tedirginlik, tüm bunlar sonlanabilir mi? Eğer büyük bir dikkatle bakar ve gözlerseniz, tıpkı saçınızı tararken ya da traş olurken yaptığınız gibi, böyle yüksek bir dikkatle kendinizi gözlemleyebilirsiniz - tüm küçük ayrıntıları ve gözden kaçan noktaları. Ve insanlarla olan ilişkiniz bir aynadır; bu aynada kendinizi tam olarak olduğunuz gibi görürsünüz. Fakat çoğumuz olduğumuz şeyi görmekten korkarız; bu nedenle yavaş yavaş direnç, suçluluk ve diğer duyguları geliştiririz. Böylece asla gerçek bir özgürlüğü istemeyiz - istediğimiz şeyi yapmak değil; seçimden özgür olmak. Birden fazla seçimin olduğu yerde kafa karışıklığı var demektir.

Böylece bu dünyada insanlıkla ilgili gerçek bir kavrayış neticesinde 'pacem in terris'i yaşayabiliriz; bu kavrayış insanın kendisini derinlemesine anlaması demektir; bazı psikologlar ve analiz uzmanlarına göre değil; onların da analiz edilmesi gerekiyor. Böylece bizler, profesyonellere avuç açmadan sıradan insanlar olarak kendi sıradışılıklarımızı ve eğilimlerimizi gözlemleyebiliriz. Beynimiz - konuşmacı beyin maddesi konusunda uzman değildir -, beynimiz savaş, nefret ve çatışmaya şartlanmış. Uzun bir evrim süreci sonucunda bu şekilde şartlanmış ve tüm anıları içeren hücrelere sahip bu beyin, kendisini kendi şartlanmasından kurtarabilir mi? Bu tip bir sorunun çok basit bir cevabı olduğunu biliyorsunuz. Tıpkı insanoğlunun sonu çatışmaya çıkan belirli bir yönde sürekli olarak ilerlemesi gibi, eğer yaşamınız boyunca kuzeye gitmişseniz, bir gün birisi gelir ve "bu yol hiçbir yere çıkmıyor" der. Bu kişi samimidir; belki siz de samimisiniz. Daha sonra bu kişi şöyle der: "Güneye gidin; doğuya gidin; bu yön olmasın da nereye giderseniz gidin." Ve gittiğiniz doğrultudan saptığınız zaman beyin hücrelerinin kendisinde bir mutasyon meydana geldi demektir; çünkü siz paterni kırmış olursunuz. Ve bu patern şu anda kırılmalıdır; bundan kırk ya da yüz sene sonra değil... Ve insanlar, kendilerini birbirlerini öldürmeyen medeni insanlara dönüştürecek canlılık ve enerjiyi sahip olabilirler mi?

Orijinal link: http://minimalya.blogspot.com/2010/05/krishnamurti-dunya-bars-ceviri-bars.html

Yorum Gönder

0 Yorumlar