Sana kaldığım şu oda bozmasının birazcık tasvir ederek başlayacağım mektuba. Esasen anlatacak pek birşey yok içeride. İsli ve olabildiğince kirli duvarlardan sarkan duvar kağıtları rutubetin eseri olsa gerek. Sanırım yine aynı sebepten parkeler boğum boğum şişmiş ve her adımda çatırdayıp duruyorlar. Bu yüzden de içeride yürürken sek sek oynayan çocuklara dönüşüyorum hep. Sonra, basitçe suntanın üzerindeki kalın süngerden oluşmuş bir yatağım var. Kapının hemen karşısında,ayakları olmadığından yerde duruyor. Onun yanında da işte bu kahverengi çirkin masa ve arkamda da kağıda başımın gölgesini düşüren tek ışık kaynağım. Daha iyi bir ayarlama yapmam mümkün değil;masayı ters çevirdiğimde ışık öyle az geliyor ki bir iki satır karalasam gözlerim yanmaya başlıyor. Bu garip barınak eskiden az çok ferah bir genişliğe sahip olan atasının ortasına örülen duvarla oluşturulmuş. Biçimsizliği de bundan kaynaklanıyor işte. Tavan kapının üzerinden başlayarak duvara kadar yükselen bir eğime sahip. Kısacası burada yapılacak en kolay iki iş var; oturup yazmak ya da uzanıp horuldamak.
Olur olmaz,sağa sola mektup yazıp duruyorum. Birkaçının cevabı geldi ama öyle zorlama bir nezakete sahiplerdi ki yollamasalar daha iyi ederlerdi kendi hatıraları için. Senden- her zamanki gibi- cevap falan beklediğim yok ve bu yüzden de endişesiz,rahat yazıyorum.
İyimser bir tahminle,nerede olduğumu merak etmişsindir. Sanırım bu dağ başına kaçalı iki ay kadar oldu. Tam bir inzivaya çekilmiş vaziyetteyim. Ancak karnımı doyurabilecek kadar çalışıp günlerin birbiri ardına geçip gidişini seyrediyorum. Onca fırtınadan sonra buna ihtiyacım vardı gerçekten.K. kentinde bir çiftlik burası. Şehrin toz dumanından uzak,arada bir burada "canavar" dedikleri birkaç muhteşem güzellikteki kurdun ziyaret ettiği orta boy bir çiftlik. Zaten nicedir beni böyle unutturacak bir kayboluş peşindeydim. O sabah gazatede gördüğüm ilana bu yüzden büyük bir heyecanla telefon ettim. İki gün sonra da işte bu ufak ama yine de sevimli odada buldum kendimi.
Doğrusu,sabah Güneşle beraber uyanıp önce soğuk bir duş alarak o tertemiz havanın serinliğinde çiftliğin orasına burasına koşturmak hem vücudumu,hem hasta ruhumu teskin ediyor. Hiç farkettin mi bilmem, sabahın o nacizane sessiz saatlerinde insan en büyük dertlerine gülebilecek bir huzurla soluyor havayı. Ya hayvancıklarım?. Onların kürklerine sinmiş ilahi kudreti ciğerlerime doldurdukça, kelimesiz oyunlarla birbirimizi ittirip kaktırırken...İşte o anlarda nicedir düşman kesildiğim kaderimle tekrar barışıp tıpkı bu sessiz dostlar gibi ben de hayatın gizemine boyun eğiyorum. Şunu inatla iddia ederim ki bu yaratıklar"yazık,bunca senedir onları et ve kürk yığını olarak bilirdim sadece. Meğer durum tam tersi imiş...
Bunlara rağmen,kendimden kurtulamıyorum. Bazı bazı bu yoğunlukta gözlerimi kapatmış çevremi dinlerken yüzüme vuran rüzgarı senin saçların sanıp heyecanlanarak uyanıyorum. Sonra da halime gülüp kaldığım yerden devam ediyorum işime.
Çiftliğin sahibi ellisekizine geçen gün basan eşkıya suratlı biri. Onu ilk gördüğümde ürktüm açıkçası. Pek kolay birine benzemiyordu. Daima karmakarışık saçları ve hiç eksik olmayan yorgun sakalıyla tam bir perişanlık vardır yüzünde. Her hareketi de,sanki birileri ona zorla yaptırıyormuşçasına mızmız ama sessiz. İlk intiba denen görüşün kimi zaman ne denli aldatıcı olabileceğine bu iyi yürekli adamı biraz daha tanıyınca şahit oldum. Aslında O da,tıpkı benim gibi kendi içine gömülü sırlarıyla,elleri gibi nasırlaşmış ruhuyla çilesini dolduruyor. Benim sessizliğim çoğu insana budalalık ya da hakaret gibi gelse de,O bu aptal hallerimi yadırgamıyor. Aksine, sanki ikimiz de aynı dertten muzdaripmişçesine gizli gizli anlaşıyoruz. Kimi akşamlar beni mutfağına çağırıp basit içki sofrasına konuk ediyor. Saatlerce, bazen bir tek kelime konuşmadan artık kimsenin adını bile anmadığı o eski parçalarla kendimizden geçiyoruz. Böyle anlarda bizim üstü tozlanmış o derin kültürümüzün insanı sürükleyen kollarına bırakıyorum kendimi. Ve o şahane duyguları sanki yeniden keşfeder gibi oluyorum. Ölümün tam ortasında yeniden doğuş gibi birley bu. Kulaklarımızdan ılık ılık akan o ağıtlar bir damla gözyaşıyla beraber ilaç oluyor ikimize. O boğuk sesiyle kelimeleri ağlatarak şarkı söyleyen kadın,siyah-beyaz silüetiyle sessizce yaklaşıp aramıza oturuyor. Saatler sonra kendime geldiğimde dudaklarım bir garip heyecanla titrerken,ancak adını mırıldanabilecek gücüm kalmış oluyor.
Burada söz geçiremediğim tek şey;rüyalarım. Her gece sanki bir başkasının hatıralarıymış gibi bambaşka mekanlarda ve zamanlarda yeniden canlanıveriyorlar gözümün önünde. Ama ben,işte dizlerine uzanıp saçını karıştırdığım o perinin sen olduğunu bildiğim için her uyanış felaketim oluyor. Arta kalan kasvetli ama huzurlu bir yoğunluk o anı her aklıma getirişimde kalbimi çarpıtıyor. Ne yapıyorsam olduğu gibi bırakarak gözlerimi kapayıp yeniden o dakikaya dönebilmek için kendimi zorluyorum. Ama heyhat,bu hülyalar öyle narin ve nazlılar ki, insan iradesinin eliyle kirlenmemek için derhal yok olup gözden kayboluyorlar. Çoğu kez,beraber geçirdiğimiz birkaç saniyenin hatırası gün boyu beni işte böyle dürtüp duruyor.
Saçmalarımdan sıkıldığını bildiğim için burada kesiyorum. Hatta belki de,bu kağıt parçalarının tıpkı öncekiler gibi gözüne değmeden yırtılıp savrulacağını tahmin edebildiğimden,uzatmak istemiyorum. Ve tabii,sana veda edebilecek kuvveti kendimde bulamadığımdan,satırın sonunu getirmeden kalemi.....
-----------------------------------------------------------------------------------------------
Mektubu bitirdiğinde saat sabahın beşiydi. İki sayfayı kalın defterden dikkatlice yırtarak birkaç kez okuyup kimi yerleri karaladı, bazı satırların arasına yenilerini ekleyerek son haliyle yazdıklarını temize çekti. Üst üste birkaç sigara tüttürüp kısık sesle biraz radyo dinledikten sonra yavaş yavaş giyinmeye başladı. Üstünü başını tamamladığında mektubunu son kez okuyarak dörde katladı ve ufak zarfa koyup yola çıktı.
Postaneden dönüp apartmana girdiğinde saat 10'a yaklaşıyordu. Asansörün önünde bir sigara daha içip yankılanan adımlarla giriş holünde yukarı aşağı birkaç tur attı. Sonra aniden dönerek merdivenleri üçerli beşerli çıkmaya başladı.Saat 10'u 10 geçe son kata vardığında soluk soluğaydı ve gömleği göğsüne yapışmıştı. Ancak bu kadar terlemesine sebep merdivenler miydi, onu bilemiyoruz.
Çatıya çıkan son dik merdiveni de aştıktan sonra uğuldayan rüzgarda ürpererek çatının kenarına yaklaştı. Gömlek cebinden sigara paketini çıkartıp aşağıya bıraktı. Paket beş katı tam üç saniye içinde geçerek yere çarptığında yoldan geçen birkaç kişi kafalarını kaldırıp yukarıya baktılar. X'in vücudu o anda üçüncü kattaydı. Saat 10'u çeyrek geçiyordu.
Fyodor/Rabbit http://453km5saat.blogspot.com/
0 Yorumlar