KAPALI KAPILARI AÇMAK
Kralın biri, adamlarını sınamak istemiş; onları kocaman bir kapının önüne getirerek açmalarını söylemiş. Adamlar kapının yanına gitmişler, böyle büyük bir kapıyı nasıl açacaklarını düşünmüşler. Kimisi anahtar uydurmaya kalkmış, kimisi var gücüyle yüklenmiş. Kapıyı kendine doğru çekmeye çalışmış. Ama hiçbiri kapıyı yerinden bile oynatamamış. Derken, kimsenin tanımadığı, önemsemediği bir genç kapıyı ileriye doğru itince, kapı ardına dek açılıvermiş. Kral bu genci ödüllendirmiş ve onu yüksek bir göreve atamış:
“Sadece gördüğün, duyduğun şeylere bağlı kalmayıp kendi gücünü devreye soktuğun ve deneme cesareti gösterdiğin için başarı kazandın. Kapıyı geriye değil, ileriye iteceksin. Başarı geriye gelmekle değil, ileriye gitmekle olur” demiş.
Kapalı kapılar önümüzde hemen açılmıyor, deneme yapmak, cesaretini yitirmemek gerekiyor. Ne kadar kapı gibi bir adam olsak da, armut pişip ağzımıza düşmüyor...
Atalarımız, “Altın anahtar her kapıyı açar” demişlerdir. Altın anahtar deyince hemen altın ya da para aklımıza gelmesin. Para belli bir süre kapıları açabilir ama paramız bitince ya da bizden daha paralısı ortaya çıkınca kapılar yüzümüze kapanıverir, kapı dışarı ediliriz. Altın anahtar eğitim, bilim ve sanat, güler yüzdür. Bu anahtarla çok kapılar açarız.
Bir zamanlar Viyana kapılarına dayandık, oradan geri dönmek zorunda kaldık. Daha sonra işçilerimiz Avrupa kapısına dayandı. Orada kapıkulu oldular. Şimdi de AB kapısındayız, bizi ne zaman içeri alacaklar diye bekliyoruz. Güçlü ve yukarıdaki kısa öyküde adı geçen genç gibi becerikli olsaydık o kapılar bize kendiliğinden açılırdı...
Kapı deyip geçmeyelim. Kapılı söz ve deyimlerimiz pek boldur. İstemediğimiz kişilere “kapıyı dışardan kapa” deriz. Yüzsüz kişiler kapımızı aşındırırlar, içeri almamız için kapımızı çalar dururlar. Kimi resmi dairelerin kapıcıları oranın müdüründen, şefinden daha forsludurlar. “Yasak, hemşerim!” dediler miydi, kapıyı kimse açtıramaz onlara. Aklımız başımıza yumurta kapıya gelince gelir. Yoksullar çalışmak için el kapılarına düşerler, iş ve işçi bulma kurumunun kapısında bekleşirler. Kapıyı büyük açanın geleni gideni çok olur. Mart kapıdan baktırır, kazma kürek yaktırır. Bir kişinin gönlünü edebilmek için önce bir kapı yapılır, oradan içeriye girmeye çalışılır. Tavlada kapı almak vardır. Kısmetsiz kişi hangi kapıyı çalsa duvar olur. Bab-ı Âli yüksek kapı demektir. Devlet kapısıdır. Herkes giremez o kapıdan. Rüşvet, amca, dayı, torpil anahtarları kapı açmakta birebirdirler...
Kadınlar kapı önünde muhabbet etmeye bayılırlar. Yazın sıcak havalarda kapının önüne oturur, orada konuşurlar. Gündüz neyse ama gece konuklarını uğurlarken, tam o sırada akıllarına bir şey gelir, yarım saat de kapı önünde konuşur, gülüşürler; rahatsız olan var mı diye hiç düşünmezler. Bu kötü âdet bir türküde şöyle dile getiriliyor:
“Duvarda elek mi olur
El kızı melek mi olur
Kör olası kaynana
Kapıda halek mi olur?”
Halek: kapı önün konuşması
Kadınların en çok sevdiği kapı komşu kapısıdır. Kimileri tek kapıyla yetinmezler; akşama kadar kırk kapının ipini çekerler! Uzak akrabalara “dış kapının mandalı” denir. Bir bilmecede karpuz: “Allah yapar yapısını, kul açar kapısını” diye tanımlanır. Kapıyı kapamasını unutanlara, “Sizin evde kapı yok mu?” diye sorulur. Çingenelerle, “Bir topan ekmek, kapı kapı gezmek” diye alay edilir. Dilenciler, “Hadi başka kapıya!” diye kapıdan çevrilirler. Tembel öğrenciler okulun ön kapısından değil de arka kapısından çıkarlar...
Yaptığını beğenmediğimiz kişileri kapının önüne koyarız. Laftan anlamayanlara ne desek kapı gıcırtısı gibi gelir. Haber kovalayan gazetecileri ve bizden çıkar umanları kapıdan kovsanız bacadan girmeye çalışırlar. Müşkül duruma düşenlerin yüzlerine bütün kapılar kapanır. Kızdıklarımıza, “Mahkeme kapılarında sürün inşallah!” diye beddua ederiz. Karakol kapısına düşmekten çok korkarız. Bizde kapı ve kapılı yerler pek çoktur. İşte bazı kapılar: Han kapısı, bahçe kapısı, demir kapı, tahta kapı, hastane kapısı, mahkeme kapısı, okul kapısı, gümrük kapısı, banka kapısı, karakol kapısı, ekmek kapısı...
İstanbul’da kapılı yerle epeyce bir yer tutar: Topkapı, Edirnekapı, Çatladıkapı, Parmakkkapı, Azapkapı, Bahçekapı, Kumkapı, Yenikapı...
Tuvalet kapıları tosunların yazmaktan hoşlandığı kapılardandır. Atalarımız, “Allah gümüş kapıyı kaparsa altın kapıyı açar”, “Çalma kapıyı, çalarlar kapını”, Borçtan korkan kapısını büyük açmaz”, Deveci ile görüşen kapısını büyük açmalı”, “Hırsıza kapı baca olmaz” demişlerdir. Cehennem kapısı herkese açıktır. Kendine güven he kapıyı açan bir anahtardır. Toplu yaşanan yerlerde temizliğin ilk şartı herkesin kapısının önünü temiz tutmasıdır.
Bir şarkıda, “Gönül kapım açıktır, çalmadan gir içeri” diye sesleniliyor sevgiliye. Özdemir Asaf da, “Kim o deme boşuna/ Benim ben/ Öyle bir ben ki gelen kapına/ Baştan başa sen” diyor. Hikmet Gülay, “Aç Gönül Kapını” şiirinde şöyle yazıyor:
“Vur kapılara zincirleri
Açılmasın/ Dertler ardında kalsın
...
Yeni bir kapı aç
Huzura mutluluğa
Yeni bir köprü kur
Barışa kardeşliğe
Aç gönül kapılarını
Sevmeye sevilmeye.”
Dağlarca ustamız, “Açık Kapılar Toplantısı” şiirinde diyor ki;
“Kapı örtülmek içindir
Açık kapı eşittir
Açık yürek
...
Sözünde durmak demektir kapı olmak”
Mehmet Salihoğlu, “Mutluluk” şiirinde kitabın bütün kapıları açtığını vurguluyor:
“Kitapların durduğuna bakmayın
Öyle sessiz ve durgun raflarda
Onlarda da nice bir güzellik var
Duygumuzda, düşüncemizde
Kitapla açılır bütün kapılar.”
Yunus Emre, odun toplarken eğrileri almaz, doğru ve düzgün olanlarını seçermiş. Gülmüşler, “Sanki eğri olanlar ocakta yanmayacak mı, kendini böyle niye yoruyorsun?” diye sormuşlar. Emre, “Bu kapı doğruluk kapısıdır, buradan odunun bile eğrisi geçemez” diyerek onları susturmuştur. Oysa günümüzde, özellikle politika kapısından eğriler geçiriliyor, doğru olanlar dokuz köyden kovuluyorlar. Yunus’un kapı önünde yatma olayı da ders vericidir. Dergâha kırk yıl hizmet ettiği halde, erdiğine, piştiğine inanmıyor, boşuna zahmet çekmemek için kaçıyor ama yolda pişman olup geri dönüyor. Nasıl özür dileyeceğini düşündüğünü gören şeyhin karısı ona dergâhın kapısının önünde yatmasını söylüyor. “Şeyhin gözleri iyi görmez, içeri girerken ayağı takılınca bana ‘kim o?’ diye sorar. Ben de Yunus, derim. Hangi Yunus derse bil ki seni defterinden silmiştir. Hemen çek git ama ‘Bizim Yunus mu?’ derse ellerine sarıl” diye akıl öğretiyor. Yunus denileni yapıyor, saatlerce kapının önünde yatıyor. Şeyhi gelip de, “Şu bizim Yunus mu?” deyince dünyalar onun oluyor...
Oysa günümüzün gençleri değil kırk yıl, kırk gün sonra ustalaştıklarını sanıyorlar, burunlarından kıl aldırmıyorlar, sakalların değirmende ağartmamışları küçümsüyorlar.
“Açıl susam açıl” diyelim, açalım sevginin, dostluğun kapılarını ardına dek;
Ancak böyle güzelleşir evrenimiz ve gerçek güneşiyle aydınlanır gelecek.
2 Yorumlar
Kaleminize yüreğinize sağlık