Bir gün önce,
yarın kampa girecekmiş de, yaşamdan bir süre kopacakmış duygusuyla en yakın alışveriş merkezine dalıp, ardarda,
-bayıldığı Liam Neeson ile Ralph Fiennes hatırına- Titanların Savaşı ile
"bir Heath Ledger filmi",
Dr. Parnassus'u gören "abla", Yeni Çağ konularına girip, fantastik filmlere daha önyargısız bakmayı becerebileli,
akılla açıklanamadığından "mitolojik" denip geçilen öyküden
çok, -özellikle/öncelikle insanın- hâyal gücünün uçsuz bucaksızlığının örneği, Terry Gilliam'ın yönettiği
Dr. Parnassus'u beğenir.
Hafta içi gördüğü
Kutu için
"kötü!" demek istemediğinden bu konuda sessizliği seçen, festivalin ilk günü sabahı 10:00'da yola dökülüp
-Okmeydanı, Bomonti, Osmanbey, Harbiye, Taksim rotasını izleyen- geleneksel festival yürüyüşüyle Atlas Sineması'na ulaşan "abla"nın ilk filmi,
günümüzün en iyi sinemacısı saydığı, bayıldığı Lars von Trier'nin ilk filmi.
Film başlamadan bir festival görevlisi, Suç Unsuru, Salgın ve
-"abla"nın dikkatini ilk kez Trier'e çeken, birkaç kez izlediği- Avrupa'nın ilk, Kırık Kalpler, Dalgaları Aşmak ve Gerizekâlılar'ın ikinci ve
henüz tamamlanmamış Dogville ile Manderlay'in üçüncü üçleme oluşu, bilinen film üretim kalıplarını reddeden, manifestosunu
-"abla"nın bir başyapıt saydığı Şölen'in yönetmeni- Thomas Vinterberg birlikte yazdıkları Dogma 95'ten de söz ederek Lars von Trier sineması hakkında bilgi verir, konuşmasını
"biliyorsunuz bu yıl ilk kez festivalde Emek Sineması yok, yerine alışveriş merkezi yapacaklarmış, bu akşam saat 20:00'de Emek önünde bir toplantı yapacağız" duyurusuyla bitirir.
Danimarka, 1984 yapımı
Suç Unsuru: Yönetmen
Lars von Trier, oyuncular
Michael Elphick, Me Me Lei, Esmond Knight... Şiddetli başağrıları çeken sürgün polisin, hipnoz altında, çakıp sönen polis sinyalinin kısa süreli maviye boyadığı yanık kahve tonlu,
içilecek temiz suyun bulunmadığı ama sular altında, kesin, keskin umutsuzluk içinde, loto bileti satıcısı kızları boğup bedenlerini kırık şişeyle parçalayan seri katili
-ustasının yazdığı kitap uyarınca kendini onunla özdeşleştirerek- aradığını hatırladığı, simge yüklü, karanlık, ağır bir film. "Abla"nın favorisi her zaman,
-yıllar önce festivalde, Fitaş'ta, ardarda iki seansta gösterilen, gece yarısına sarkan son bölümü, dizinin kahramanı yaşlı kadının asansörle düştüğü noktada, salon dolusu izleyicinin dehşet nidasıyla taçlanan-, içinde bahis, cinsellik, tabu, önyargı, metafizik, tıp... ne aranırsa bulunan, 8 bölümlük
Krallık dizisi...
ABD, 1952 yapımı
Beş Parmak: Yönetmen
Joseph L. Mankiewicz, oyuncular
James Mason, Danielle Darrieux, Michael Rennie... İngiltere'nin Ankara'daki konsolosunun uşağıyken Almanlara, fotoğrafladığı belgeleri aktaran İlyas Bazna'nın gerçek yaşam öyküsünü anlatan film,
-Avrupa'yı aratmayan- Ankara ve İstanbul'da gerçek mekânlarda, garları, lokantaları, kayıklar dizili kıyıları, camileri,
-asfaltla örtülmeden önceki Şişhane'nin caaaanım arnavut kaldırımı- caddeleri, buharlı trenleri yanısıra
"Türklerin hiç hoşuna gitmeyecek bu!" türünden cümlelerle ortaya dökülen,
-"abla"nın, vize almaya çalışırken takıldıkları engelleri, eksikliğine bağladığı, özlediği- ulusal saygınlığın nereden nereye geldiğinin göstergesi, sululuk izi taşımayan zekîce esprilerle bezeli pek güzel bir casusluk filmi...
"Abla"nın, Yeni Rüya salonunda, çok sevgili bir arkadaşıyla karşılaşıp 16:00 filmine dek sohbet fırsatı bulmalarıyla ısınıp genişleyen o kısacık süre, ayaküstü de olsa, 15 yıl öncesinden ortak anıların sevgiyle anımsandığı muhteşem güzellikte bir zaman dilimi olur.
İtalya-Fransa, 2009 yapımı
Yenmek: Yönetmen
Marco Bellochio, oyuncular
Giovanna Mezzogiorno, Filippo Timi, Fausto Russo Alesi... Küçük kızkardeşiyle, çakışan
-az sayıda- biletleri uyarınca kapıda rastlaşıp Atlas'a giren "abla", bir gece önce
"yaşam boyu başarı ödülü" almış yönetmen Bellochio'nun, film öncesi
"İtalyanca konuşacağım, umarım filmi beğenirsiniz, öncesinde film hakkında konuşmayı sevmiyorum, beğenmezseniz bitmeden çıkabilirsiniz, problem değil!" dediği kısa konuşmayı izlerler.
Mussolini'nin gençlik yıllarında ona âşık olup varını yoğunu yeni bir gazete kurması için veren, beraberliklerinden bir oğul doğuran İda Dalser'in akıl hastanesinde geçen ve öldüğünde kimsesizler mezarlığına gömülmesiyle sona eren trajik yaşamını
-oğlu da 26 yaşında akıl hastanesinde ölür ve annesi gibi kimsesizler mezarlığına gömülür- anlatan film, "abla"nın kızkardeşine kalırsa, "
...bir kadının, ideallerini paylaşmadığı adama, saplantılı aşkının hikâyesinden ibaret"...
Film gösteriminden sonra
-tercümanı- Serra Yılmaz ile yeniden izleyici karşısına çıkan Bellochio, soruları yanıtlar:
Tebrik ve teşekkür ardından ilk izleyici,
yönetmenin de filmin kadın oyuncusuna, G. Mezzogiorno'ya teşekkür borçlu olduğunu söyler. Yönetmen
hem erkek, hem de oyun daha çok Dalser üzerine olduğu için kadın oyuncunun seçiminin uzun zaman aldığını, karar vermelerinin zor olduğunu anlatırken çalan cep telefonunu telâşla kapatır, devam eder
"...önce 30 yıl süren trajediyi anlatmak için akıl hastanesi öncesi ve sonrası olmak üzere iki kadın oyuncu düşündük, sonra, G. Mezzogiorno'nun saldırgan güzelliği yeterli geldi, tek oyuncuda karar kıldık."
"Filmin ne kadarı kurgu ne kadarı gerçek, bir de Mussolini dönemini neden kurgu değil de belgeselle anlattınız?" sorusuna yönetmenin yanıtı, "
İda Dalser'in yaşamı tarih, benim yorumumsa ihanet üzerine oldu, imaj çok önemli olduğu için Mussolini'nin olduğu bölümleri belgeselle verdim..." olur.
Bir başka izleyicinin
"İtalya'da yabancı düşmanlığı yükseliyor," sözlerini Serra Yılmaz,
"Sadece İtalya'da mı sizce?" diyerek karşılar;
"...Mussolini rozetleri daha çok satılıyor, yönetmen bu konuda ne düşünüyor?" bilmek isteyen izleyiciyi "
Aslında soru tarihçileri, siyasetçileri ilgilendiriyor ama Mussolini'ye özlem doğru değil... Mussolini faşizmini aşırı sağ bile inkâr ediyor. Önemi, kendisinden önceki -gri-
siyasetçilerden farkı, görüntünün öneminin altını çizmesi oldu, Berlusconi de öyle, TV aracılığıyla imajını empoze eden bir başbakan..." diyerek çok yumuşak biçimde yanıtlayan Bellochio, filmin finaliyle ilgili soruya da şu yanıtı verir:
"...İda Dalser'in öyküsü, neticede şahsî bir hikâye, ama sinema budur. İda'nın aşkı neredeyse patalojik, yanında olması gereken kadın ben olmalıyım fikrini hiç yitirmiyor... Sonuna gelince, filmleri bitirmek zor. Başta, Mussolini'nin Tanrı'ya meydan okuduğu sahnedeki İda'nın hayranlık duyan, hayret ifade eden bakışı sonda da olsun istedim; finalde, belgeselde, balkonda konuşan Mussolini'nin yeneceğiz! lâfı ile o bakış arasında 1 dakika var!"
0 Yorumlar