İnternet mi, yazılı basın mı?
Blog mu, kitap mı?
Sanal dünyanın sonsuz sayfaları mı, beyaz kağıt üzerinde siyah harflerle sınırlı sayfalar mı?
Kitapçılardaki raflarda bir yer edinebilmek mi; herkese yer olan uçsuz bucaksız internet dünyasında küçücük bir parseli sahiplenip, aklına estiği gibi yazmak mı?
Okuyucunun eline ciltlenmiş, şekle sokulmuş bir madde olarak mı ulaşmak; yoksa canının çektiği sanal sayfalarda dolaşanlara, faresiyle tetikleyeceği bir “tık” mesafesinde mi bulunmak?
Aslında her iki olanak da, okuyucuya ulaşmayı sağlıyor. Yazdıklarınızı blog sayfalarından yüzlerce okuyana sunabildiğiniz gibi, binbir uğraşla kitap haline getirdiğiniz eserinizin kitapçı raflarında tozlanması kaderine katlanmanız da söz konusu.
Kitap çıkarabilmiş her yazarın, çok okunanlar listesine girmediği gerçeğinin yanında, her blog yazarının sayfalarının rekor tıklamalara ulaşmadığı da bir gerçek.
Kitap yazma ile blog yazma arasında bir çok yönden bir yığın fark olduğu malum. Bloglarınızı anında okuyucuya ulaştırma olanağınız, blog yazımındaki sonsuz konu seçeneği, bloğun artıları örneğin. Kitapta ise, kitabın kalıcılığı büyük bir artı.
Kıyaslama uzatılabilir. Örneğin, şayet kitap masrafını cebinizden ödememiş ve kitabınızın yalnızca sizin yolladığınız kişiler dışında pek az okur tarafından keşfedilebileceği gerçeğini kabullenmek istememişseniz; eserinizin, göndereceğiniz yüzlerce yayınevi tarafından geri çevrileceği olgusunu peşin peşin kabullenmeniz gerekir. Ta ki günün birinde, şans yüzünüze gülüp, yazdıklarınızın bir yayınevi editörünün beğenisine mazhar olması ve geri çevrilmemeniz durumuna rastlayıncaya kadar sabretmek ve o ana kadar eserinizden hiç kimsenin haberi olamayacağı gerçeğini de sineye çekmek durumunda kalırsınız. Tabii eninde sonunda şansın yüzünüze gülmesinin de bir garantisi yoktur. Bazen de eserinizden ilelebet kimsenin haberi olmayacağı gerçeğini hazmetmeniz gerekebilir. İşte bu noktada blog bir kurtarıcıdır.
Buraya kadar yazdıklarım, asıl yazacaklarımın bir girişiydi.
Helene Hegemann isimli 17 yaşında genç bir kız, geçtiğimiz aylarda piyasaya bir roman çıkardı. Romanının adı “
Axolotl Roadkill”. Bu roman, bu genç kızın ilk romanıydı ve Almanca konuşulan ülkelerde derhal büyük sükse yaptı.
Helene romanında, Berlin’li bir genç kızın, ilgisiz ailesi ile uyuşturucu alemi arasında sıkışmış yaşamını, okuyanları şoke eden argo bir lisanla anlatıyor. Ve işte tam da bu sebepten, yani bu alışılmamış tarzı dolayısiyle bu roman, aralarında “
Die Zeit” ve "
Der Spiegel” in yazarları gibi tanınmış isimlerin de bulunduğu edebiyat eleştirmenleri tarafından bir anda göklere çıkarılarak, en çok satanlar listesinin birinci sırasına oturdu.
Ve asıl kıyamet de bundan sonra koptu!
Çünkü roman
çalıntıydı! Ve bir
BLOG ’dan çalınmıştı.
Bunu ortaya çıkaran da bir blogcu oldu. “
Gefühlskonserve” ( Duygu Konservesi) isimli bir bloğun yazarı olan
Deef Pirmasens, romanın “
Airen” takma isimli başka bir blogcuya ait olduğunu ve bu kişinin romanını “
Strobo” adıyla daha önce İnternet’te yayımladığını ispatladı. Hem de paragraf paragraf karşılaştırıp yayımlayarak.
Neticede Helene romanı çaldığını itiraf etti, düşüncesiz ve egoist davranmış olduğunu söyledi. Romanı basmış olan Almanya’nın en tanınmış yayınevlerinden “Ullstein” ise, ortaya çıkan skandalden yakasını nasıl sıyıracağını bilemeden, romanın asıl yazarı “Airen” den izin alınacağını belirtip, kem küm etmekle kaldı. Hatta kendisini mazur göstermek için “İnternet’teki Sharing kültürü ile büyümüş 17 yaşında bir kız” filan gibi birşeyler geveledi. Bazı gazetelerin yazdığına göre, romanın asıl yazarın adıyla yeniden basılmasını da teklif etmişler “Airen” e.
Yayım dünyasına düşen bu bombanın ardından her taraftan açılan bir yaylım ateşi başladı ve yazılı basın dünyası haftalarca bu skandalın etkisiyle sarsıldı, hala da sarsılıyor.
Yayınevlerine de bundan sonra daha fazla sorumluluk düşecek herhalde. Sonradan başlarına gelecek telif hakkı davalarından ve kopacak fırtınalardan filan sakınmak isterlerse, önlerine konan “eser”leri daha bir dikkatle incelemeleri gerekecek.
Bu arada atı alan Üsküdar’ı geçti ve Helene kendi romanıyla muazzam bir para kazanmış oldu tabii. Bu konuda hukuki yönden birşey yapılabilir mi, bu hususta bir haber yok henüz. Ayrıca artık Helene bir şöhret.
Yine bazı gazetelerin bildirdiğine göre, Helene’nin uzun yıllar bir tiyatronun dramaturgluğunu yapmış olan ve yayım dünyasını çok iyi tanıyan babası olayın asıl tezgahçısıymış.
Kıssadan hisse mi?
Blog yazma sebebimiz ne olursa olsun- eğlenmek; paylaşmak; yazma arzusunu tatmin etmek; yazma eyleminin terapici özelliğinden yararlanmak; en kısa yoldan sayısı az da olsa, okuyanlara ulaşmak; kendini köşe yazarı gibi hissetmek, vesaire vesaire- kendi yazdığımıza emin olduğumuz yazılarımızla, başka yerlerde burun buruna gelecek olursak ve bu bizi rahatsız ederse, ne yapacağımızı Deef Pirmasens ve Airen bize gösteriyorlar.
Neticede “
Biz N’apıyoruz Burda?”
Yazıyoruz efendim. Ama sanala, ama kağıda. Sonuçta yazıyoruz! Ve yazdıklarımız gerçekten yalnızca kendi beynimizin ürünleri ise, onları savunmaya kitap yazarları kadar hakkımız var.
Bu arada, doğrusu tabii ki “Biz Ne Yapıyoruz Burada?” olacaktı.
5 Yorumlar
Özlemişim kelimelerinizi...
şu soruya cevap veremeden geçemeyeceğim; kitap okumak mı,blog okumak mı ? kesinlikle kitap !