Önceki gün Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Gazi Üniversitesi ve TÜBİTAK’tan bilim adamlarının sunduğu deprem raporları, deprem riskinin sadece İstanbul’la sınırlı olmadığını, “topun ağzında” İstanbul’dan başka Bursa, İzmir, Malatya, Adıyaman ve Kahramanmaraş gibi illerin de olduğunu gösteriyordu.
Dün gazetemizde manşetten verilen bu haberin yayınlandığı saatlerde Elazığ’da meydana gelen 6 büyüklüğündeki depremde maalesef 57 vatandaşımızı yitirdik, bir o kadar da yaralı vardı…
Aynı raporda “Elazığ, Sivrice, Malatya civarı çok aktif” notu da düşülmüştü…
Peki, bütün bu raporlara rağmen, ülkemizin gerçek gündemiyle ilgili neler yapılıyor, neler yapıyoruz yoksa her zamanki gibi “bize bir şey olmaz” kayıtsızlığıyla mı vakit öldürüyoruz?
Birçok ilde özellikle kamu binaları, kenti yönetenlerin mesai harcadığı binalar, konutlar ve özellikle de okullar tehdit altında…
“Oturulamaz” raporuna rağmen, kamu binalarında bile “bize bir şey olmaz” kayıtsızlığıyla her gün on binlerce kamu görevlisi o binalara girip çıkıyor. İşi olan vatandaşlar da aynı binalarda zaman harcıyor…
Ve çocuklarımız…
Birçok okulun “oturulamaz” raporuna rağmen “üstün körü” güçlendirme çalışmasıyla işi geçiştirmeye çalışıyorlar…
Bazen bu konuda yöneticilere hak vermemek elde değil; depreme dayanıklılığının ölçülmesi istenen binalar için “yeniden yapma” izni gelmiyor, ödenek bulunmuyor, güçlendirmeyle pansuman tedavi yapılarak adeta işi şansa bırakmak zorunda kalıyorlar…
Ama şu bir gerçek ki, deprem işi şansa bırakılmıyor, depremle şaka yapılmıyor, torpil geçmiyor…
O zaman işi savsaklamak, görevi kötüye kullanmakla eş değerdir…
Elazığ depreminin bir kez daha hatırlattığı gerçek, köylerdeki konutların çürüklüğüdür…
Kerpiç evlerin depremde çok büyük “ölümler” getirmediği biliniyor. Bu aslında tek katlı olmasından kaynaklanıyor. Yani apartmana göre daha az insan hayatını kaybediyor. Oysa kerpiç evlerin çoğunluğu köylerde ve “uykuda yakalayan” bir depremde “ev halkının tamamının” ya da köy halkının çoğunluğunun depremde can kaybına uğrayabileceği de, Elazığ depremiyle kendisini gösterdi…
Topun ağzındaki illerden Bursa ve İzmir’i bir kenara bırakırsak, Malatya, Kahramanmaraş ve Adıyaman’daki neredeyse tüm köylerde “kerpiç” evler olduğu ve çoğunluğunun da “oturulamaz” derecede kötü olduğu ne yazık ki bir gerçek.
Vatandaş, ya maddi imkânsızlıktan, ya da “bana bir şey olmaz” kayıtsızlığından evi güçlendirmeyi veya yeniden yapmayı bir türlü düşünmüyor/düşünemiyor…
Devletse bu konuda “yaptırım” gücünü kullanamıyor…
Her seçim döneminde “gecekonduya göz yuman” belediyeler, seçimden sonra “gücü yettiği” kişilerin evini başına yıkar, “korktuğu” veya “çekindiği” kimselere ise asla dokunmaz/dokunamaz…
Ve biz kamu kurumlarının üzerine düşen sorumluluğu yerine getirdiği bilinciyle akşamları başımızı yastığa huzurla koyarız…
Oysa ne biz üzerimize düşeni yapabiliyor, ne de kamu kurumları…
Türkiye’de bugüne kadar yaşanan tüm depremlerde bu gerçek o kadar açık seçik ortada ki, her seferinde “neden böyle?” diye sormamız bile değişmiyor…
17 Ağustos depreminin acı bilânçosu, ülkedeki tüm binaların “gözden geçirilmesi” gerçeğiyle yüzleşmemize sebep olmuştu.
İlk günlerin heyecanıyla kolları sıvayanlar, gün geçtikçe işi savsaklamaya, mazeret üretmeye, siyasi hesapların peşine düşmeye, ödenek yetersizliğine ve daha birçok sebebe sığındı…
Vatandaş da devlet gibi düşündü…
Kimi “bir şey olmaz” kayıtsızlığındaydı, kimi “bir direk attım ki” diyerek güçlendirme yaptığını sandı…
Marmara depreminden sonra hayatımıza “zorunlu” giren ama bir türlü zorunlu olamayan deprem sigortası da bir başka komedi…
Birilerini zengin etmenin öteki adı olarak görülen Deprem Sigortası, bugüne kadar kime ne ödediği hep merak konusu oldu…
Sigorta canı kapsamadığından, “biz gittikten sonra” diyerek maddi yönünü de kimse umursamadı…
Ve deprem sigortası “mecbur” sayılan resmi işlemler dışında hiç kimse “gönüllü” olarak ve en önemlisi de “inanarak” yaptırmadı…
Deprem sigortası yaptırmak, binaları güçlendirmek, kaliteli malzeme kullanmak, vicdan sahibi müteahhit bulmak.. bütün bunlar elbette önemli ama en önemlisi “deprem gerçeği”ni kabullenerek işin içine girmektir.
Eğer buna inanıyorsanız o zaman öncelikle çocuklarımızı kurtarmanın yolunu bulun…
Okullarımız sağlam olmalı, çocuklarımız orada güvenle eğitim görmeli…
Ve ondan sonra da devleti beklemeden, evlerimizi “yaşanabilir mekânlar” haline getirmeliyiz…
Naif Karabatak
9 Mart 2010
0 Yorumlar