Mart güneşinin ısıttığı toprağın üzerine uzanmış ela gözlerini kırpıştırdığı yerde süzülen bulutlara bakıp sadece hayal kuruyordu. Pis çamurlu ayak başparmaklarını ara sıra birbirine sürüp ne kadar üşüdüğünü tahmin etmeye çalışıyordu. Koca şehrin içinde en çok sevdiği yerdi bu park. Arabalar parkın hemen yanındaki ana yoldan vızır vızır geçerken hayali daha bir gerçekçi oluyordu. Sık çamların üstünden akıp giden bulutların her biri onun o çok istediği arabalara dönüşüyordu. Başının altındaki parmaklarını daha sıkı kenetliyordu yaptığı suraatleri düşündükçe. Dizlerini kasıyor, ara sıra karnına doğru çekiyordu. Sanki ayağının altındaydı gaz pedalide ansızın frene basıyordu. Ela gözlerini kırpıştırıp ara sıra parkı kolaçan etmeyide ihmal etmiyordu. Her an bir yerlerden çıkıp gelebilirdi itin dölü. Dokuz yaşlarındaydı ama altı yaşından küçük duruyordu, üzerinde yamalı pantolonu yamalı gömleği ve kirli yüzüyle kiminin içini acıtır kiminde tiksinti uyandırırdı her kaldırım çocuğu gibi. Uzun yıllar evvel gelmişti sanki dünyaya. Uzun yıllardır burada ayakkabı boyar, mendil, sakız, yarabandı satardı. Kocaman adamlardan daha anlamlı bakar, daha ağır başlı davranırdı. Ama gel gör ki iş hayal kurmaya gelince her çocuk gibi olurdu o da. Hesaplayamadığı uzun yılları ve zorlu hayat tecrübelerini unutur sadece kendinin olacak arabaları düşünürdü. Büyüdüğü zaman herşey değişecekti. O kocaman bir adam olunca onun bir arabası olacaktı. Ne ev isterdi ne başka birşey. Bir tek arabası olsun yeterdi onun için. İçinde yatar kalkar, içinde hayal kurar ve en önemlisi şehir şehir gezerdi. Kimse dur diyemezdi ona. Kimse hesap soramazdı kocaman bir adam olunca. Ama şimdi vakti değildi işte. Ne gitmenin vaktiydi nede yatmanın. Gitmeden evvel ona ve arkadaşlarına eziyet eden o adamı eşşek sudan gelinceye kadar dövmek gerekti en başta. Şimdi çok küçüktü gücü yetmiyordu ama bir gün yetecekti. O güzel araba hayalinin arasına girip işin içine limon suyu sıkan adamı düşündükçe hiddetlendi. Sanki saatlerdir uyuyormuş gibi ayağa kalkıp gözlerini ovuşturmaya başladı.Ayağına yırtık postallarını geçirdi. Çalışmalıydı yoksa gün dedikleri şey geçmezdi. Belkide geçerdi ama günün sonu onun için hiç iyi bitmezdi...
Hesaplayamadığı uzun yılların içinde başından geçen talihsizliklerin haddi hesabı yoktu. Bababasını ve annesini hiç tanıyamaması onlar hakkında derin derin düşünmemesine neden olurdu. Zaten iç geçirse, kendini harap etse ne olacaktı ki sanki? Geri gelmeyeceklerdi işte. Onlar hakkında anneannesinin türlü türlü anlattığı hikayelerde uzun zaman öncelerinde kalmıştı. Onun için asır geçmişti sanki anneannesini de kaybedeli. Oysa ona yüzyıl gibi gelen bir gün, o günleri diğer insanlar gibi hesaplamaya çalışsa sadece bir yıl olmuştu. Anneannesiyle oturduğu o tek göz harap yerde hemen başkalarının evi olmuştu. Hiç tanımadığı insanların evi. Sokaklara düşmüştü diğer talihsiz kaldırım çocukları gibi. Kaldırımlarda yatıp kalkan onlarca hatta ona sorsanız milyonlarca insan vardı bu kentte. Bu kent sanki sadece evsiz barksız insanları barındırıyordu içinde. Şehir pislik demekti onun için. Helede bu şehir... Bu şehirde yaşayıp kaldırımlarda bile yatmak için çalışmak gerekiyordu işte. Çalışmak didinmek... Herkesten çok çalışıyordu, herkesten çok kazanıyordu. O tatlı dili güler yüzüyle ona hayır diyen çok az insan çıkıyordu karşısına. O kadar insan içinde ona küçümseyerek, aşşağılayarak bakan insanlara aldırış bile etmiyordu. Onun için gerçek olan tek şey vardı, hayalindeki arabası. Kanına dokunan şey o adamdan dayak yemekti. Ne yaparsa yapsın yaranamıyordu işte. Diğer arkadaşlarından çok kazanır, onlardan daha olgun davranır, hiç sesini çıkarmadan ne konsa önüne amenna derdi. Diğer arkadaşları gibi ne sigarası vardı ne de tineri. Boşuna demişler her sokak çocuğu tinercidir diye. Tertemizdi Hüseyin. Kocaman temiz bir kalbi vardı. Evet kirli olabilirdi ve pis koka bilirdi. Ama onun eşssiz bir kalbi vardı... Ayağına geçirdiği postalları sürüdüğü yerde parkın içinde gezinmeye başladı. Sanki bugün diğer günlerden daha ağırdı. Sanki az evvel kurduğu hayal silikleşip omuzlarındaki o ağır yükü daha da ağırlaştırıyordu. Ama şu çamlar ve onların iç ferahlatan kokuları onu az da olsa rahatlatıyorlardı. Az evvel bakıpta hayal kurduğu bulutların üzerinde gezdirdi yeniden bakışlarını. İçinde tarif edilmez şimşekler çakmaya başladı. Sanki içinde büyük bir kıyım başlamıştı. Herşey anlamsızdı, herşey gereksizdi. Bu adama daha kaç yıl daha tahammül edebilirdi. Offf ne kadar çok zaman olmuştu bu dünyaya geleli. Gitmeliydi çoook uzaklara gitmeliydi. Öylesine çekip gitmeliydi ve bir daha çocuklara eziyet eden insanların eline düşmemeliydi, ama nereye gitmeliydi? Öylesine boş boş gezinmeye başladı parkta. Öylesine. Akşamı ve o adamı düşünmeden. İçi içini kemiyordu. Parkta volta atıp düşünürken sayısız iş kurmuş sayısız batıp çıkmış bir adama benziyordu. Parkın sonunda üzerinde siyah ceketi elinde düşmeyen şarap şişesiyle o adamı gördü. Gözleri dolu dolu oldu. Kendini kapana kısılmış bir fare gibi hissetmekten başka eline birşey geçmiyordu işte. Ana caddeye doğru koşarken gözlerinden yanağına doğru ırmak çoşkunluğunda yaşlar hücum etmeye başladı. İçinde başlayan bu savaşı kimse bilmeyecekti. İçinde süren bu savaşta onlarca insan ölecekti ama kimsenin ruhu duymayacaktı. Bu savaşı, bu gürültüleri bastırmanın bir yolu yoktu artık... Ne yaparlarsa yapsınlar durmayacaktı artık. Rüzgar yanaklarından süzülen yaşları savururken daha da hızlandı. Sanki hızla giden bir arabanın içindeymişcesine geçiyordu binalar yanından. Bacakları kasıldı. Koştu, koştu, koştu... Ana caddenin bittiği yerde kocaman bir kavşak vardı, kavşağı dönünce acı bir fren sesi duyuldu. Küçücük bedenini gazete kağıtlarıyla örttüler. Gazetenin koca sayfasını tek bir haber dolduruyordu, "artık arabasız kimse kalmayacak. En uygun ödemeler ve en düşük taksitlerle. Hayatınızı kolaylaştırın..."
0 Yorumlar