Kuzeniyle çalıştığı, özgün elyapımı kart ve kutular tasarlayıp, seri üretim de yaptıkları KutuMutu yıllarında, desteğini aldıkları
-kuzeninin oğlunu büyüten yardımcısı- Naciye Hanım'la tanışan "abla"nın, bu özel insanın trajedisini öğrenmesi fazla sürmez.
Komşularından bir kadının, o aralar işlettikleri bakkal dükkanına gelip, bir gece önce gördüğü rüyayı
"...derenin üzerine bir duman çökmüş, yer gök kapkara! Bir de bir feryat!.." diyerek, dizini döve döve anlatmasından bir hafta sonra, babasının düzenli
"hayır!"larından biriyle daha karşılaşan,
belli ki artık bunu karşılayamayan 19 yaşındaki delikanlının cesedini, kardeşi bulur.
O günden sonra sürekli ilâç desteğine ihtiyaç duyan, evin geçimini de sağladığı için ayakta olması gereken Naciye Hanım, ne zaman yitirdiği oğlunun sözü geçse boncuk boncuk gözyaşı döker; öyle ki gözpınarları kuruduğundan ilâçları arasına bir de yapay gözyaşı damlası eklenmiştir.
KutuMutu macerası sona erdiğinde, "abla", Kuzey Ege'ye taşınırken kızını, damadını ve evini emanet ettiği,
kadından çok, kadın biçiminde evlât acısı'na dönüşmüş Naciye Hanım'la, İstanbul'a her gelişinde denk getirir birlikte kahvaltı eder, söyleşirler. Oğullarını, torunlarını "abla"nın
-bilmediği/görmediği tarzda- "kayıtsız şartsız sevgi" diye tanımlayabileceği biçimde seven, cep telefonu çaldığında melodiden tanıyıp, uzaktan telefonu değil de oğlunu yanıtlarcasına sevgi sözleriyle koşturan kadının, yüreğini hafifletmeye, etine kaynamış acıdan kurtulmasına yardım etmeye çalışan "abla"nın elinden tek gelen,
ev yapımı terapi...
"Mezarlıktayım rüyamda, çukura oğlumun yanına uzanıyorum, ama böyle hiç bozulmamış, hiç çürümemiş, sanki uyuyor, hep üşüyecek diye düşünüyorum..." diye başlayan,
"...eve gel oğlum!" diye yalvararak biten
-birbirine benzeyen pek çok- rüyasından birini daha
, gelirken kahvaltı için aldığı simitin susamları üzerine seller gibi gözyaşı dökerek anlatır.
Yakın geçmişte bir gün, komşulardan birinin askere gitmeye hazırlanan oğlu, arkadaşlarıyla (Kara)denize yüzmeye gider, dönmez. Başsağlığına gelen, kimbilir neler için ağlamakta, ağıt yakmakta kadınlar arasında çok sakin anne, ölen için,
"sanki" der,
"benim hiç oğlum olmamış, öyle rüya gibi..." "Abla"ya aktarmasına bakılırsa bu,
bunu aktarırken bile kendi oğluna ağlayan Naciye Hanım için çok tuhaf,
neredeyse başka boyuttan bir izlenim.
"Abla"nın, dili döndüğünce,
ölümün yokolmak değil, başka bir boyutta, enerjiye dönüşmek olduğunu... anlattığı dönemde birgün, acısı hiç eksilmemiş oğul annesinin rüyasına girer ve kapının eşiğinde durarak
"anne..." diye seslenir,
"ben döndüm". Üzerinden az bir zaman geçer, Naciye Hanım küçük gelininin hamile olduğunu öğrenir. "Abla"nın, sohbet konusu rotasını
reenkarnasyona çevirme zamanı gelmiştir.
Daha sonra ablasının anlattığına göre,
Naciye Hanım'ın torunlarının en küçüğü, şimdilerde 5 yaşındaki oğlana gebe kaldığında, yeni evli gelin
"çok erken!" diyerek bebeği aldırmak ister, hatta bir de randevu alır, kliniğe gitmeye niyetlenir. Ablasının
"bak ağbime söylerim!" yollu tehditlerine kulak asmaksızın, hışımla, vizite kâğıdını arar, fotoğraf, evrak vs. ile dolu kutuyu eşelerken eline yapışan kağıdın ne olduğunu anlamak için çevirir: Diğer yüzde, açık seçik, ölen oğulun adını okuyan kızkardeş, ablasının da tanık olduğu tuhaf durum karşısında çarpılır, bunu bir işaret olarak değerlendirir bebeği aldırmaktan vazgeçer.
"Geçende..." diye anlatır Naciye Hanım,
"internetten konuştuk, bunu bir güzel giydirmişler, babaanne diyor..." iki gözü iki çeşme devam eder, "
alnı, kaşları, gözleri, aynı! ...dedesiyle bir ağladık, bir ağladık!.." "Abla" bastırır,
"sen, yıllar boyu eve gel oğlum, diye yalvarmışsın, bir mucize yaratmışsın, o da geri gelmiş işte, halâ niye ağlıyorsun?". "Abla",
acı olaya sebep olan, emeğini yıllarca sömüren kocasına öfkesini taze tutma ihtiyacından şüphelenirse de, Naciye Hanım az düşünür yanıtlar
"unutmak istemiyorum..."
Reiki iki, meditasyon beceriklisi kızından duyduğu, bir Yeni Çağ kavramı gibi görünüp
acılara yapışma, acıyla kaynaşma -insan- durumunu pek güzel açıklayan
"acı beden" deyiminin Naciye Hanım üzerine nasıl oturduğunu görmekte gecikmeyen "abla" önerir:
"Kalan eşyalarını getir, ben yıkayıp ütüler, birilerine veririm."
Ölenin yaptığı çok güzel resimleri saklamak isteyen Naciye Hanım'a,
ileride, resim defterini,
-Uzak Doğu kültürlerinde olduğu gibi- torununa göstermesini, çocuğun tepkisini gözlemesini salık veren "abla", kadının getirdiği
-belli ki kendisi dışında dönem dönem tasfiye edilerek hafifletilmiş- naylon torbayı boşaltır:
-Yurtdışına bir şampiyonaya katılmak üzere babasından izin isteyip aldığı son red cevabının öznesi- beyaz, altlı üstlü judo giysisi,
-çocukluğundan kalma, çok beğendiğinden oğluna giydirmek üzere sakladığı- annesinin ördüğü, kuşaklı mavi hırka,
babasıyla tartışması sonrası gerçekleştirdiği, derslerle yüklü eylemi yüzünden dikiş makinesinde yarım, kalakalan, paçalarına mavi desenli pazen parçalar diktiği yeni kot pantolon...
Bir sonraki buluşmalarında, ev işlerine geçmeden,
giysilerin akıbetini yoklayan Naciye Hanım'a "abla", kenetlediği iki yumruğunu, gözü önünde, yavaşça birbirinden ayırarak,
"geldiğine/döndüğüne göre..." der,
"kaybının acısıyla, ona duyduğun sevgiyi birbirinden ayıracak, yalnızca beraber yaşadığınız günlerin güzel anılarını hatırlayacaksın; döndü, ailede doğdu, büyüyor, bundan muhteşem bir şey olabilir mi?"
0 Yorumlar