Banner

Ve yaz bitti...

Gecenin bir yarısı, "bunu da bulduğumuza şükür..." diyerek girdiğimiz otelin lobisi, bir kahvehane havasında olsa da, önyargılı değilim.
Mütevazı, asgari taleplerim var benim. Kaldı ki, bir düstur bende bu "Büyük beklentiler büyük hayal kırıklıkları demektir." Çok kez tecrübe etmişim.
Mümkünse temiz çarşaf ve sadece sıcak su istiyorum, hepsi bu.
Aslında Sion’lu recep; "Banyolu mu olsun abi?" diye sorduğunda, kıllanmadım da değil hani.
Oda ya girer girmez çantamın fermuarını açıp havlumu alıyorum. Bir an önce sıcak su ile halvet olmak istiyorum.
“Sıcak su önemli gerisi yalan.”
Vuslat zamanı;
Bir iki selektör yapsa da, yanıyor banyonun yirmi beş mumluk çıplak ampulü.
Girişin tam karşısında klozet, sağda küçük lavabosu ile aynasız bir musluk ve kapının arkasında sırları dökülmüş çinko küvetle bakışıyorum.
Yer yer dökülmüş fayansları ve mozaik taşlarla bezeli beton zemini ile banyo yeterince tüyler ürpertici.
Temiz çamaşırlarımı koyacak yer bakınırken, besili bir “kakalak” ile göz göze geliyoruz.
Haklı olarak mekânını işgal ettiğimi düşünüyor (Öyle ki; son on yıl içerisinde, o banyoyu ilk kullanan insanoğlu benim muhtemelen…)
Tamam, öyle düşünmüyor belki ama en azından öyle bir tavır içerisinde; umurunda değilim, fütursuzca antenlerini sallıyor bana.
Kakalak önemli değil, sıcak su daha önemli.
"Kalıcı değilim abi, bir duş alıp çıkacam." edasıyla, (Asabını bozmak da istemiyorum hayvancağızın… Yok, korkmuyorum, yüz göz olmak istemiyorum sadece…) aceleyle üzerimdekileri çıkarıyorum.
“Sıcak su önemli”
Birinci Çinko..!
O da ne..? Hızlı ısıtıcılardan var banyoda.
(Teknolojik desen değil, eski usul desen değil. Arada sıkışmış kalmış tuhaf bir cihaz. Bir cihaz bağlı olduğu kültürü bu kadar mı yansıtır?).
Nefret ediyorum bu aletlerden.
Biliyorum birazdan bu konu ile ilgili bir münakaşa çıkacak aramızda ama “Neyse”…
Ona bunu belli etmemeye çalışarak, 3. kademeye alıyorum nazikçe kadranı.
Ne de olsa “imanlı bir cihaz” diye biliyorum. En azından marka sahibi, saadet zincirinin, pazarlama stratejilerinden birisi de bu; “İmanlı su ısıtıcı..! Aldığınız gusül abdesti daha bi makbul" iması yaratıyorlar, lor kıvamına gelmiş beyinlerde.
Diyorum ya;
“Her şey yalan ama sıcak su önemli”.
Bir iki münakaşa ediyoruz imanlıyla, o kazanıyor elbette. Bir türlü ayarlayamıyorum mereti.
“Ne oldu oldu”, bir ılık, bir soğuk, bırakıyorum kendimi kollarına...
Daha ilk şampuanı tam olarak yedirmişken saçlı bölgelere...
İkinci Çinko...!
“Her yer karanlık makber mi yarab?"
Hazır karanlık olmuşken her yer, zihnimin beyaz perdesi açılıyor hemen. Makinist yol veriyor makaraya.
Bir elimde küçük valizim, diğer elimde elbise askım, İstanbul Hilton un döner kapısından içeri giriyorum. Şirketin yılsonu toplantısı için iki gün kampa giriyoruz.
Döner kapının ardında bir şaşa karşılıyor giren herkesi. Çok şık beyler, onlardan daha şık hanımefendiler, İngiliz aksanı ile Türkçe konuşan kibar görevliler…
Hilton da aynı süiti paylaştığımız iş arkadaşım, ben ve elimizde içki kadehleri.
Penceremizden boğazın ışıklarını seyrediyoruz, bol köpüklü bir banyo sefasından sonra.
O karanlıkta, kırk dördüncü sınıf bir otelin rutubetli banyosunda, "Flash" çakıyor beynimde.
İçeriden gelen gülme sesiyle, tekrar rutubete ve karanlığa geri dönüyorum.
Zifiri karanlıkta, akustik küfürler ederek kaderime, gülüyorum sadece. Yapacak bir şey yok…
Gülüyoruz ve biliyorum aynı an da aynı şeyler geçiyor aklımızdan.
Bedevinin ki, bu durum karşısında “histerik” kalıyor sadece. Onun, koca çölde; gidecek, kaçacak ya da en azından kendini savunacak bir şansı var diye düşünüyorum.
Yetmiş iki milyonluk bir ülkenin; sekiz bin nüfuslu, yurt dışına açılan kapısı bu kasaba.
Dışa açık ama kendi içine kapanık.
Kendisi var olmayan ama açılımı yapabilen sakat demokrasili ülkenin, yoksul sınır kasabası.
Tahmin ettiğiniz gibi, oda da bir telefon da yok. Cep telefonu ile aranıyor Sion'lu recep.
- “Elektrikler gitmedi abi, o ısıtıcıyı üçte çalıştırınca sigorta atıyor" yanıtı alıyoruz.
“Üç kademeli hızlı su ısıtıcısı…” Sanırsın ki oda da uzay mekiği çalıştırdık.
1. de ses hızı,
2. de ışık hızı ,
3 te de haliyle ışık hızını aşıp, sonsuz karanlığa kavuşuyorsunuz.
İmanlı ve aynı zamanda, Uzakdoğu felsefesini de özümsemiş bir cihaz.
- "İyi de köpüklü kaldı arkadaş o n'olcak?" diyor içerideki…
Uzun ve karanlık bir sessizlik oluyor. Köpükler gözlerimi yakıyor. Bu filmi hatırlıyorum ben; “çıt”layan o isteka sesi kulaklarımda çınlıyor…
Ses hızında, soğuğa yakın su ile köpüklerden arınarak, dandik kâğıt terlikliklerimle çıkıyorum mekikten…
Sabaha karşı stabilize köy yolları, yağmur yağmış mis gibi toprak ve yol boyunca uzanan top çamların reçine kokusu doluyor içeriye. Bir çukura, bir hendeğe girip çıkarak, yalpalayarak devam ediyoruz yola.
Nehir kısa bir zaman önce yemyeşil bir kabartının içinde usulca akarken, şimdi sarı ve kahverengi bir engerek yılanı gibi hızla kıvrılıyor. Güneş doğuyor kızıl bulutlar arasından yırtarak gökyüzünü, kan revan içinde alabildiğine ufuk..
Yeni bir güne başlıyor bir yerlerde birileri kendisini neyin beklediğini bilmeyerek.
- "Yaz bitti" içimden söylediğimi düşünüyorum.
- "N’oldu..?" tekrar etmemi ister bir bakışla bakıyor yüzüme.
- "Yaz bitti" diyorum "yaz… bitti…".
(Bu hikayenin bir devamı var. Hatta bir girişi de. Biliyorum hep yarım bırakıyorum ama bunu kesin tamamlayacam. sanırım :) )

Yorum Gönder

1 Yorumlar

fethiyıldırım dedi ki…
bir solukta okudum. uzun zamandır okduğum en güzel hikayeydi, hele betimlemeler . devamını bekliyorum.