Banner

Gayr-ı kabil-i tahammül



Şimdi okuyacaklarınız gerçek bir hayat öyküsüdür:


Lan, kilitli kapıyı bile tekmesiyle kıran bir hayat yaşadım ben.”


Daktilonun tuşlarına dokunan parmaklarımın özgürlüğünden bile utandığım kahvenin sıcaklığına yorduğum bir telaşla yazılıyor bu öykü; tüm devrimcilerin adına ve yasına...

Size annemin trajik ölümünden seneler önce yaşadığım hapishane yıllarımdan ve çocukluğumdan bahsedeceğim. Mutlu bir aileyken babamı iş kazasında yitirene kadar geçen sürede hiç aşık olamayışımdan yakınacağım mesela. Mesela milyon insanın içinde en kötüsü dediğim öz ağabeyimin hayatımızı nasıl bir zindana çevirdiğini söylerken bile sinirlenmeyeceğim asla, çünkü ben babamdan sükuneti öğrendim.
17 yaşımda başladım insan ve hayvan haklarının savunucusu olmaya; nerede bir ezilmiş halk varsa onlar için mücadele etmeye hazırdım. En çok gece çıkardık sokaklara ve hepimizin kendine has bir duvar yazısı şekli olurdu. Bayram'ın fırçasından ayrı gülümserdi koca duvar, Ali'ninkinden apayrı... Bir sembol koyardık hep yazarken bi' nevi artisttik işte. Recep çok severdi bu lafımı.
Oturup bir ekmeği ateşin yanında bölüşürken gülümserdik. Çünkü, gülmek devrimin en güçlü giriş kelimesidir; bunu bilirdik.

Üniversite yıllarımda sıkı komünisttim. Güzel bir davanın insanlarıydık biz. Asla ölümden, öldürmekten yana olmayan. Güvercinlerim vardı. Onları da özgür bırakmıştım o yıllar, çünkü çok sevdiğin için hiçbir canlıya esir hayatı yaşatamazdın, sevmek sana bu hakkı tanımazdı. Uçtuklarında çok üzülmüştüm, ama bir yanım mutluydu; sol yanım yani.
85 yılında üniversiteden mezun oldum ve iki yıl sendika çalışmalarına katıldım. Öğretmenlik hayatıma başladığım yıllarda da ötekilenmiş halkın her daim yanındaydım. 85 yılından 92 yılına kadar aktif bir hayatım oldu. 92 yılı benim için 97 yılına kadar sürecek tutukluluk haliydi.

Cezaevi yıllarım

Cezaevinde daha çok düş kurarsınız, umut hep vardır. Onu öldürmemek için bir saksı menekşe bulundurursunuz yanınızda. Ya bağlama çalmayı öğrenirsiniz ya da sadece bir gün çalarım ümidiyle yanınızda bekletirsiniz. Mutlaka güzel fıkralar anlatan birileri vardır orada ve yahut güzel sesi olan türkücüler...
Farklı söylenir cezaevinde türkü daha içli yani, daha derinden. Alır götürür sizi başka yerlere, ama hiçbir zaman ağabeyimin o korkunç kalbine değil. Çünkü o çok kötüydü. Bir gün onu da anlatırım. Hiç susmasın öyküler!
Cezaevi zamanla özgürlüğü unuttuğumuz bir yerdi. Onu ancak görüş günlerinde tekrar tekrar hatırlardık. Hapishane yaşam alanımız olurdu. Yani bir süre dışarıda hayat olmadığına inandırırdık kendimizi. Ta ki görüş gününe kadar...
Birileri gelirdi; birileri giderdi. Ya hu derdik, “dışarısı” diye bir yer varmış. O an özgürlüğü bir kez daha ve defalarca kıskanırdık.
Biz bazılarına göre siyasi suçlulardık. Neredeyse hiçbiri bilmezdi ya da bilirdi de belli etmezdi karakollarda ve hücrelerde nasıl dayak yediğimizi.
Mesela cezaevinden çıktıktan sonra artık çocuk sahibi olamayacağımı bir doktordan öğrendim; yine başka bir hekimden yaşadığım zulümlerden sonra ciğerlerimin su topladığını...

85 yılında hapse girdim 86 yılına kadar adli suçlularla aynı koğuştaydım tıpkı siyasi suçtan yargılanan diğer arkadaşlarım gibi...
Bir sene boyunca aynı koğuşta tutulduktan sonra bize ayrı bir koğuş verdiler. Kendimize sosyal faaliyetler bulduk; hafta içinde yapılan kitap okuma saatleri gibi...


Tutuklu kalmak içimizde kalan çocukluğu öldürmedi.
12 yaşındayım babam o zamanlar Kayseri Cezaevi'nde yatmakta olan, Çirkin Kral'ın görüş günlerine gitmeyi hiç ihmal etmiyor ve o günler bir Yılmaz Güney heyecanı sarıyor beni. Babamla aramızda anlaşma yapıyoruz; ben sözümü tutuyorum sonra tutuyoruz cezaevinin yolunu bir odaya varıyoruz. Orada Yılmaz Güney gerçekten tüm gerçekliğiyle orada duruyor. Bana ileride ne olmak istediğimi soruyor ona devrimci olacağımı söylüyorum. Saçımı okşuyor ve gülümsüyor. Yanında getirdiği tahtadan oyma bir araba veriyor bana. Hapishanedekiler yapmış...
Nasıl mutlu oluyorum. Üzerine bir Yılmaz Güney fotoğrafı yapıştırıp arkadaşlarıma gösterip, “bunu bana Yılmaz amca verdi” diyorum. Kimse inanmıyor, ama ben biliyorum ya, gülümsüyorum.

Cezaevinde 1992- 97 arası mahpusluğum başlamadan önce şakağıma tüm çirkinliğiyle dokunan o emniyet görevlisinin yüzü beliriyor yüzümde, şimdi ölsem diyorum içimden asık suratla gitti derler. İnadına gülümsemek lazım. Gülümsemeye başlıyorum inadına vurmuyorlar beni, hep inadına...
Bilmem, belki de “gülümseyen ceset mi olur lan?” deyip vazgeçiyorlar öldürmekten.

Ölüm orucu

Devrimci bir yoldaş tutuklandığı için ve tüm devrimciler adına ölüme yatırdık bedenlerimizi ben de o kişilerin arasındaydım. Elli dört gün ölüm orucu tuttum. Bedenim yavaş yavaş küçüldü, ama vazgeçmedim, ta ki bir kalp taşıdığımızı anlayacakları güne kadar.

Bir keresinde ablam geldi görüşe -annem tutuklu kaldığım sürece beş yıl boyunca hiç uğramadı yanıma. Belki de beni parmaklıkların ardında görmek istemedi. Ana yüreği işte, dedim sonradan öğrendim ne acılar çektiğini- Yanıma yaklaştı bana beni sordu o derece değiştirmişti beni grev. Öz ablam bile tanıyamadı.
Ölüme yatırılan beden oruçtan çıkmış olsa bile kolay kolay yenileyemiyordu kendisini zor toparlandım. Ayaklanmak bile zordu.


Banyo günleri

Biz özgürlüğe doğru giden günleri sayarken bir yöntem bulmuştuk kendimize.
Cuma günleri banyo günleriydi ve herkes tahliyesini ona göre hesaplardı. On beş banyo günü, elli banyo günü diye. Ben kaçıncı banyo gününde çıktım, güneşe baktım hatırlamıyorum belki de hatırlamak istemiyorum.

Cezaevinden tahliye olduktan sonra her birimiz bir başka yerlere savrulduk. Zamanla koptuk birbirimizden fakat hayat tüm arsızlığıyla o son lokmayı kursağıma dizdi.


Annemin ölümü


Nereye giderseniz gidin hiçbir yol annenizin o kapıya doğru ilerleyip, “kim o” demeye bile yeltenmeden kalbine hızla dokunan bir ağrıyla gidişini size unutturamaz.
Hızlıca indi merdivenleri; kapıya uyduruk bir hava katan buzlu cama doğru yöneldi.
Sonra tek el silah sesi...
Annemi vurdular;kalbi tuzla buz oldu.
O gitti ve kimsesizliğe mahkumluğum ise hiç bitmedi.