Banner

Avê sar







Önüme koyulan eteklere burun kıvırdığım ve gömleklere gülümsediğim bir çağdan geçiyordum.

Sar, kemerli geçitlerin altından çıplak ayakla akıp giderken, onun bağırışlarını duymayan insanların arasından geçerken ağlayan adamın omzundaki çuvalda bir başka bedenden arta kalanlar vardı ya da varsayalım hikâye böyle başlamadı; o kömür gözlü çocuk avê sarı avucuna doldurup yudumlamadı. Ne güzel olurdu değil mi?
 Sar'ın babası daha o doğmadan bir mayının kurbanı olan kardeşinden ayrılan parçaları omzundaki çuvala doldurmamış olsaydı. Yani mayın hiç patlamasaydı. Annesi onu doğururken öldüğü için koca bir eksiklikle yaşamasaydı Sar yahut yaşamaya mecbur bırakılmasaydı.”

Benim adım Sar; bu öykünün baş kahramanıyım. Yara almış tek transseksüel kahramanı...
Doğuşum, ölümün şahidi olduğu için annemin uçsuz bucaksız bir yolmuşum gibi bana bakışına hiç tanık olmadım. Ağrıma giden en büyük şey belki de buydu. Babam üniformasının içine hapsettiği ve asla gün yüzüne çıkarmadığı merhametini benden esirgediğinde henüz burnundan akan sümüğü elinin tersiyle silen o beş yaşındaki çocuktum. Diyarbekir'in sokaklarında yediğim pembe pamuk şekerlerin haricinde şuncacık yaşından hiçbir beklentisi olmayan biriydim sadece. Kendimi bildim bileli kız çocuğu kıyafetlerinden kaçındığım lale devrimdi çocukluğum. Mahallenin haylazıydım; maçlarda hep en çok golü atan ve en çok düşüp dizlerini kanatan.
Amcamın yanında büyüdüm. Yengem üzerimde anne rolünü üstlenen kendi halinde bir kadındı; giysileri Diyarbekir toprağı kokan. En çok o kokuyu sevdim. Önüme koyulan eteklere burun kıvırdığım ve gömleklere gülümsediğim bir çağdan geçiyordum. Kimse bana karışmıyordu. Hep öyle olacak zannetmiştim. İleride yağız bir genç olacaktım ve saçlarımı uzamadan hemen kestirecektim. Esmerliğin babana çok benziyor, diyeceklerdi. Gözlerin aynı o...

Babaannemin kurduğu yer sofralarında geleceğimi düşlerken bulacaktım kendimi ve sonra o ellerini görecektim, kışın hep çatlayan tenini, birçok şeye geç kalmışlığımı yüzüme vuracaklardı. Odama kapanacaktım sonra. Babamın polis olmanı istiyorum, bağırışları arasında geleceğime asla bir şekil veremeyecek olmanın çaresizliğini yaşayacaktım. “Çünkü biz babamla hiç anlaşamadık o benim boyun eğmemi istedi, ben dik başlı olmayı seçtim. Sanırım bizi ayıran onun otoritesiydi. Bir ipe tutundum koptu işte. Düğüm de işe yaramadı. İki yabancı olduk birbirimize.”

Erişkin biri olduğumda içimde taşıdığım erkeğe zarar vermeye çalışan bir şehirde hayatta kalma mücadelesinin içinde buldum kendimi. Bir adamla evlenmemi isteyecek kadar transseksüel kimliğimi bastırmaya çalıştı Diyarbekir. Çünkü bu şehir başkaydı. Çünkü bu şehirde senden başka herkesin sözü geçerdi. Vajinanı kollamanı söyleyen ürkek kadınlar yüzünden yanlışlıkla bekaretim giderse korkusuna kapılırdın, düşersem bir kaza olursa, diye...

Baskılar üzerimde çoğaldıkça ben de ağırlaştım. Ankara'ya nasıl gittimse, İstanbul'a da öyle kaçtım. Üzerimdeki pantolon ve gömlekten başka hiçbir şeyim yoktu. Kıştı. Açtım. Parasızdım. İşte tam da böyle kısa cümleler kuruyordum, susamayayım, diye. Susamak var ya, hele ki meteliğin yoksa ölüm gibi bir şeydi. Açlığa bir şekilde alışıyordun, ama dilin damağın kuruduysa bu bir işkence halini alıyordu.
Taksim Meydanı'nda seks işçiliği yapmam için zorlandığımda kurumuş dudaklarımın arasından çıkan ‘hayır’ yanıtıyla nasıl düştüysem yere ve ucu sivri ayakkabısından gelen darbeyi nasıl yediysem bacak aramdaki en hassas yere üzerimdeki son kıyafetim nasıl kan olduysa o kadar öldürdü beni İstanbul.
Adım Sar, bir transseksüel erkeğim...
Babaannen çok hasta, bahanesiyle Diyarbekir'e dönmek zorunda bırakılan yirmisine henüz basmamışken annesinin kardeşi tarafından, kemerle günlerce canı yakılan, kalorifere bileklerinden zincirlenen bir berfin çiçeğiyim. Üzerine türküler yakılan şehirden geliyorum Diyarbekir'den. Bedenimin ağırlığı ellisine ulaşmamışken trans erkek olduğum halde Kadın Sığınma Evi'nde yaşamak zorunda bırakılanım ben.
Sana ne yaptılar, diye soran polise tehditlerden korktuğu için, “hiçbir şey” yanıtını veren o insanım. Açlığını dindirmek için birazcık suyun içine oradan buradan bulduğu bir tutam şekeri karıştırıp içen o yağız çocuğum. Ankara'nın soğuk sokaklarında, İstanbul'un ayazında günlerce sokakta yaşayıp tacize uğrayan Sar'ım ben; çocukluğumdaki lakabımla mahallenin Çetosu, ama en çok insanım.
Akrabalarının ölüm tehditlerinden sürekli kaçan, bir telefon numarasına bile iki yıl sığınabilen, kaybettiği kimliğini bir evi olmadığı için tekrar eline alamayan bunun için, ağrılarını dindiremeyen, hastaneye bile gidemeyen, göz önünde olmaktan kaçınan ah orayım! Diyarbekir'im. Akrabasının kurşununa hedef olan, şükürler olsun sıyırıp geçti, diye gözlerinde donup kalan yaşlarla inadına gülümseyen, belki de bir ezidiyim, sesim, sessizim!

Başka bir şehirdeyim şimdi. Bir öykü daha yazılıyor bir yerlerde. Mücadelemin kadınıyla dolaşıyorum, o bize yasak edilen sokakları. Kıskançlık giriyor aramıza. Kıskançlığın bile güzel, diyorum. Bilmiyor mu sanki, ondan başka güzeli yok! Bir de Diyarbekir işte! Ne de yakışıyor diline.”
İki defa intihara sarılmış birine bu hayatta pek az insanın şanssız olduğunu anlatamazdınız; tıpkı bana da anlatamayacağınız gibi; halen devam eden bir yolculuk benimkisi. Yalnızca bir yerlerde vurulmamayı diliyorum. Yoksa yenilmiş olurum. Yenilgiyi kabul edemiyorum. ‘En çok ne yapmak isterdin’ diye soruyor yazar. Yanıtlıyorum: Üniversiteyi okuma şansım olursa bir gün, çocuklara ve yaşlılara rehabilitasyon merkezleri açacağım ve başına kendim geçeceğim. İyiliği dinim eylemişim. Bir gün o sonsuz uykuya düşersem bilin ki, bu hayattan bir avê sar akıp gitti; sevdiği kadının saçlarına dağılarak ve geçerek Diyarbekir Kalesi'nin önünden.

*Bir transseksüel erkeğin yaşadığı gerçek olaylardan derlenmiştir. Fotoğraf Mehmet Şahin'e (xelas) aittir.