Banner

Karanlık



Karanlık bazen ürkütücüdür. Aşk da karanlığı sevmez. Beni de hiç sevmedi. Çünkü ben zifiri olandım. Sadece, oyunlarımdan yorulmuş olan bir başka bedenle sevişiyormuş gibi yaptım. Kollarını yatak başlığına doğru gerip boynundan omzuna kayan diş izlerimi saydım. Hoşuma gidiyordu. Bir süre hoşuna gitti. Kavgalarımız başladığında ben pis bir ayyaşın tekiydim. Uyandığım an başlayan saçma sapan gerçeklerden birine dönüşmüştü her şey. Yatağın kenarına oturmuş ağlıyordu. O büyük gerçek tam da orada, ayak ucumda duruyordu. İnsanın canını acıtan bir duyguydu bu. Ayrılık demiyorum çünkü bizim ilişkimizde acı, serçe parmağımızdan başlayıp tüm bedenimizi sarıyordu.

Asla iyi bir çocuk olmadım. Resim kalemiyle karaladığım koyu puntolu şiirlerimin dışında zamanımı harcadığım kayda değer hiçbir şeyim olmadı. El becerilerim yalnızca dibi tutmuş vanilya aromalı muhallebilerden ibaretti.
Saçımı kazıyıp, memelerimin içini boşalttığımda hemen bir kimlik yapıştırıldı üzerime. Oysa kimliksiz olmayı da sevebilirdi insan. Ben oydum; “hiç” olmayı isteyen...
Sen karşıma çıkana kadar geçmişimi arıyordum. Beni yüzüstü bırakıp giden anamın giysilerini yakıyordum çıkmaz sokaklarda ve birkaç fotoğrafı lavabonun griliğinde infaz ediyordum. Düdüklü çaydanlığın çıkardığı o sesten sonra rafta yalnız duran ince belli bardağa sarılıyordum ve sayıyordum 1'den milyona, kaç sayı varsa. Bir kez olsun insan olacaktım yani ne bileyim,kendimden daha çok düşündüğüm biri olacaktı. Merak edecektim. Abuk subuk kıskançlıklarla dolacaktı içim ve kavga edecektim olur olmadık şeylerle.
 “Keşke,” sakızını çiğnemeyecektim. İç çekmeyecektim umudun yedi tokat attığı raf ömrü bitmişlere.
Ah be kadın! Vallahi diyorum bak, vallahi sevişmeyi yüzüme gözüme bulaştırmasaydım birazcık anlasaydım seni, Tarlabaşı'nda başıma attığın o taşın kurbanı olmayacaktım. Çocukluğumu ziyan eden şiddeti seven bir adamın gölgesi altında büyümeseydim ciddi anılarım olacaktı; şöyle nargile dumanının altında sana anlatırken gülümsediğini gördüğüm... Tuhaf bir geçmişi olunca insanın; insan ya da hayvan gibi davranamıyorsun. Garip oluyorsun ya, çok fazla gülemiyorsun, bir başkasının saçını okşamaya korkuyorsun. Bi' kere elin titriyor hep. Daha erken yaşlanıyorsun. Saçlarındaki beyazlar genetiğinden uzak çıkmaya başlıyor. Bir bakmışsın, deden gibi olmuşsun. Ona benzemişsin lan! Seni en çok aşağılayana...
Terkedilmişsen eğer; annenin bakışlarını görüyorsun gözlerinin içinde ve aynalardan korkuyorsun. Bir kez bakarsam anama benzerim,diye. İnanır mısın, düştüğümde hiç kaldıranım olmadı. Dayak yedim, yaralarımın üzerine birikti enfeksiyon. “Tentürdiyot da mı yoktu lan?” diye sitem edebileceğim kimse olmadı.


Sensizliğin anlamını arıyorum günlerdir. Her şeye bir mana yüklemenin yersiz telaşındayım. En çok üzerinde taşıdığın anne kokusunu özlüyorum. Ne tuhaf,arada sırada kendini tekrarlayan bir yalnızlığın içinde buluyorum kendimi. Soğukkanlı bir babanın tokadı gibi yüzüme vuran ayrılığına hayıflanıyorum. Varlığını haketmişim gibi...
O kadar da yüzsüzüm işte. Birçok şeyden mahrum büyüyünce bir başkasında buluyormuşsun sende tamamlanmayan şeyleri.

Tekrar bir araya gelmek için dayandığımda kapına korkup arkadaşlarına harcatsan da beni. Sana kırılmamıştım. Kıran kırılmıyormuş ve sarhoşken kaç yumruğa karşılıksız kaldığını anlayamıyormuş insan. Bunu öğendim.
Ağır bir bedel ödüyorum. Koltuk altında biriktirdiğim dudak izlerimi unutma, diye sana değebilecek bedenleri öldürüyorum. Ayrılığımızdan sonra posta kutusunun üzerine yapıştırdığım notlara hiç olmazsa bir kez göz atman için dua ediyorum. Hatta erkeklerin bulunduğu katta mı, yoksa kadınların katında mı durmam gerektiğini kestiremeyenler yüzünden camiden kovulmuşluğum bile var. Her şey cinsiyet olmuş cananım. Nedendir bilmiyorum.

Not:
“Susmanın ağırlığını üzerimde taşırken elimde kalan son şeyin kimsesizlik olduğunu anladım. Sensizlik yani...”
“O da neden âşık olduğunu soranlara şunu söyledi: Fena bir şey yapmak istedim. Canımı yakmasına izin verip yaşıyormuşum gibi davrandım.Aşk ikimize göre farklı bir şeydi. Sen hakkıyla yaşıyordun; ben ise, haksızlığımla...
Belli bir tanımı yoktu yani belirsizdi. O yüzden ayırdı yollarımızı. Çok bencildi, ama ufak tefek şeyler diye biriktirdiğimizi yüzümüze kusana kadar tüm tuhaflığıma rağmen doğru dürüst biri olmayı becerdiğimi gösteriyordu. Aşk, belki de beni seviyordu.Ta ki; mutedil rüzgârda balkonda yaşlanırken, “Fakat ah! Bir yalnızlık kaldı bana. Ondan sonra metruk bir ev, boş bir sandalye, lekeli bardakta unutulmuş bozuk rakı ve sırt çevrilen bir kapı...”

Cananım, aslında her şey benden önce olmuştu, sevgisiz bir sevişmeden sonra dünyaya gelmiştim sonra sadece bana ait olan tek kişilik bir oda bulmuştum kendime. Yalnızca beşikten düştüğüm için bedenime yerleşen epilepsi nöbetlerimi taşımıştım ceketimin iç cebinde. Sen karşıma çıkınca afalladım tabi. Tek kişilik dünyamdan çıkıp yalnızca sana soyununca bir süre sonra üşümeye başladım. Üşümenin ne olduğunu bilene ısınmayı kolay kolay öğretemezsiniz bunu anladım.

Sana yazdıklarımın iki sayfayı geçmesini istemedim. Eğer beni affedersen değişemeyeceğimi bilmeni isterim. Belki bir ihtimal uyku saatlerim bozulur, ayarını bir türlü tutturamadığım kıskançlıklarım devam eder ve sevişmeyi yine yüzüme gözüme bulaştırırım ama sanma ki yüreğim senin için atmaz bir gün. Seni ilelebet seveceğim (ya da say ki tezgâhın üzerinde yorgun zamanı yaşayan unutulmuş bir saksı menekşeyim avuçlarını bekleyen).