Masada derin bir sessizlik vardı. Çalan müzik bile
bu sessizliği bozamıyordu. Sanki her şey durmuş, hayat durmuştu. Fırtına öncesi
bir sessizlik gibiydi, bir an sonra kaç geminin karaya vuracağını kimse
bilmiyordu. Belki de fırtına çoktan kopmuş sahiller çoktan su altında kalmıştı.
Masanın üzerinde iki tabak yemek vardı. Hemen hemen hiç kimse dokunmamıştı
onlara. Az kullanılmış ikişer çatal ve hiç dokunulmamış bir çift bıçak
tabakların yanında yatıyordu. Masanın iki karşıt tarafında ise üzerlerinde
“sana” yazan iki zarf duruyordu.
Bir erkek ve bir kadın masada oturmuş birbirlerinin
gözlerine bakıyorlardı. İkisi de konuşmuyor ve yemeklerini yiyorlardı azar
azar. Tabaktakiler soğuyalı çok olmuştu. Birbirlerine bakarken akılları hep
zarflardaydı. Mektuplardan birini erkek yazmıştı ve bir diğerini ise kız.
Anlatamadıkları o kadar çok şey vardı ki bunları yazmaya karar vermişlerdi.
İçlerinden ne geçiyorsa, ilişkilerinden ne bekliyorsalar hepsini olduğu gibi
yazacaklardı hiçbir kısıtlama olmadan. Özgürce anlatacaklardı ve böylece
ilişkilerini kurtarmayı umacaklardı.
“Beklemenin bir anlamı yok” dedi erkek. Öyle bir
andaydılar ki ya devam edecek ya da bitecekti, onca yılın yaşanmışlığı bir anda
sona erecekti. Kız hafifçe başını salladı buna karşılık ve zarflarına doğru
uzandılar.
Erkek zarfını açtı “böyle bir mektubu, yazıya nasıl
başlarım bilemiyorum. O kadar fazla şey yaşadık ki şimdi durup birkaç satır
yazmak çok zor geliyor. Bundan önce birçok mektubu yırtıp attım. Umarım bu
mektup da aynı kaderi paylaşmaz. Ne kadar yazsam o kadar eksik kalıyor çünkü.
Biz seninle çok güzel zaman yaşadık, harika anılarımız oldu ama şimdi durmuş ve
birbirimizi sorguluyoruz. Garip kırk yıl düşünsem buradan geçeceğimiz aklımın
ucundan geçmezdi. Şimdi kalkmış sana bizi anlatmaya çabalıyorum. Bizi nasıl
anlatabilirim ki sana? Bizi anlatmak mümkün mü sanki? Ağlıyorum biraz ara
vermeliyim yazmaya.” Derin bir nefes aldı ve kıza kısa bir bakış attı okumaya
devam etmeden önce. Kızın yüzündeki ifadeyi inceledi ama kız ifadesizdi. Oysa
mutlu olmalı, yüzü gülmeliydi.
Diğer taraftan kızın okuduğu mektupta çok başka
şeyler yazıyordu. “Bu mektubu yazmak garip doğrusu. Sana olan duygularımı
yazıya dökmek bilmiyorum, çok farklı. Şimdiye kadar birçok farklı şekilde
kendimi sana ifade etmeye çalıştım. Belki çok başarılı olamadım bu konuda.
Belki yetenekli değilim içimdekileri ifade etmede. Belki daha fazla çaba sarf
etmeliydim. Senin neler yazdığını düşündüm hep. O kadar düşündüm ki bunu
düşündükçe yazamadım. Sonra önemli olanın benim içimden geçenler olduğuna karar
verdim. Sen nasıl olsa yazacaksın içinden geçenleri, buna müdahale edemem ama
umuyorum ki ne yazarsan yaz bu satırları okuduktan sonra düşüncelerin
değişebilir.
Bu satırları yazmamın sebebi hatalarını,
hatalarımızı anlatmak değil. Seni suçlamak veya kötülemek hiç değil. Evet,
hatalar yaptık. Kimisi oldukça büyük hatalardı ama hiç birinin geri
dönülemeyecek olduğuna inanmıyorum. Bu mektubu yazmamın tek bir nedeni var o da
seni geri kazanmak.” Kız için okudukları ağır gelmiş, boğazına bir yumru oturmuş
ve gözlerinin kenarında ince bir sızı hissetmeye başlamıştı.
Erkek ise okumaya devam ediyordu “O kadar zor ki
bunları söylemek sana. Gözlerini göremiyor olmak kolaylaştırıyor biraz ama yine
de çok güç inan. Biz seninle yapamıyoruz hayatım. Artık yapamıyoruz ve ben
denemeye devam etmek istemiyorum. Bilmiyorum dudaklarından dökülen bir çift
kelimeyi duymadan nasıl idare ederim. Devam etmeyi denedikçe eksiliyoruz ve
tamamlanma, bir olma sevdamızdan uzaklaşıyoruz. Seni sevmiyorum diyemem, yalan
olur ama artık sana aşık olduğuma inanmıyorum.
Adamın kelimesi kalmamıştı artık. Ne yapacağını
bilemiyordu. Mektubun son bölümünü bir kez daha okudu. Kızın yüzüne bakacak
gücü bile bulamıyordu kendinde. Ellerindeki mektubu masanın üzerine bıraktı ve
bir şey söylemeden gitti. Artık söylenecek söz kalmamıştı. O gittikten sonra
geride şaşkınlıkla bakakalan kız kalmıştı. Özellikle elindeki mektubun son
kısmı onu yazdıklarından dolayı suçluyor, gözlerinden akan yaşların sebebi
oluyordu. “Sana bunu hiç söylemedim belki ama seni tüm kalbimle sevdim. Belki
yeterince belli edemedim ama seni ben her şeyden çok sevdim. Bana ne yazacağını
bilmiyorum ve umurumda da değil. Belki bütün söylediklerim havada kalacak ve
hiçliğe gidecek. Sadece şunu bilmeni istiyorum ki hayatımın kalanında yanımda
olmanı istiyorum. Karım olmanı istiyorum. Benimle evlenir misin?”
Kız mektubun son bölümünü defalarca kez okudu,
ağladı ve sonra tekrar okudu. Bir süre sonra mektubu masaya bırakarak ayağa
kalktı ve çıkışa doğru ilerledi. İki mektup bir süre boyunca karşılıklı olarak
bakıştı ve bir an sonra eski giyimli bir kadın ikisini de aldı.
…
Sahilde bir yerde bulutsuz gökyüzü denizin
maviliğine güç veriyordu. Bu güneşli havayı ve denizin maviliğini gören herkes
sahile koşuyordu. Sahil kenarında ki banklar dolup taşmış, çevredeki çay
bahçeleri ise tıka basaydı. Fal bakan ve çiçek satan kadınlar hallerinden
oldukça memnundu. Çiftler el ele tutuşup dolaşıyor, kimileri ise birbirlerine
sarılıyorlardı.
Bütün bu ikililiğin ötesinde bazı insanlar yalnız
yürüyordu. Bazen imrenerek bazen ise umursamamaya çalışarak seyrediyorlardı
etraflarını. Kimileri ne zaman bir çift görseler bakışlarını çeviriyorlardı. Çiftler
ne kadar kalıcı ise yalnızlarda o kadar gidiciydi orada. Oturmak yerine hızlı
adımlarla yürüyor, ufka doğru bakıp uzaklara dalıyorlardı. Hayallerine gömülen birçok
insan vardı. Hava güneşli, deniz masmaviydi ve herkes dışarıdaydı.
Bir aile çocuğuyla birlikte çocuklarıyla birlikte
yürüyordu. Küçük çocuk hayran hayran uçuşan martıları izlerken bir balon satıcısı
yanlarından geçiyordu. Balon satıcısı ilerlerken ona annelerinin elinden
kurtulup ona doğru koşan çocuk sayısı artıyor ve bir süre sonra onların
mızmızlanmaları duyulur oluyordu.
Bütün bunların hemen önünde denizin bitişiğinde bir
sıra bank vardı. Etrafta gezinen herkes bu banklardan kalkacakları bekliyordu
ama kimsenin kalkmaya niyeti yoktu. Banklarda oturanların çoğu çiftlerdi.
Kimisi yaşlı, kimisi genç çiftler yalnız olmamanın tadını çıkarıyorlardı. Ancak
içlerinde öyle birisi vardı ki birbirlerinin gözlerinin içine bir başka
bakıyordu.
Birbirlerinin ellerini tutmuş, gözlerinin içine
bakıyorlardı. İkisi de konuşmuyordu, konuşmaya ihtiyaçları yoktu. Beraberdiler
ya mutluydular bu yüzden başka bir şeyin önemi yoktu o anda. Kız erkeğe biraz
daha sokuldu ve erkek kolunu kızın omuzlarına doğru attı. Birbirlerine doğru
biraz daha yaklaştılar. Erkek kızın saçlarını kokladı sonra öptü alnını.
Adam “sana bir sürprizim” var dedi. Kızın gözlerinin
içine bakarak. Kız ise onun gözlerindeki kendi yansımasına bakarak “ne gerek
vardı hayatım” dese de ona uzatılan oyuncak ayıyı aldı. Bir süre boyunca ayının
tüylü derisini okşadı, ona sarıldı. Ardından bir süre boyunca dudakları
birbirlerine dokundu. Kız oyuncak ayıyı yanına koydu. Sonrasında sinemaya
gitmeye karar verdiler. Hangi filme gitmeliyiz diye konuşarak uzaklaştılar.
Büyük bir aşkın göstergesi olan bir ayıcık kaldı geriye onu da yüzünde
kırışıklar olan bir kadın aldı.
…
Orta yaşlı bir adam kamburunu çıkartmış yürüyordu.
Başı öne doğru eğikti ve düşünceliydi. Başının eğik olması onu kaldırımları
daha detaylı görme şansını tanıyordu. Yanından kimlerin veya nelerin geçtiğini
pek umursamıyordu doğrusu. Bu yüzden birkaç kez araba çarpmasından az farkla
kurtulmuştu. Bunları çok da önemsediği söylenemezdi aslında.
Caddeyi karşıya geçtikten sonra yürümeye devam etti
ve ilerideki beşinci dükkandan içeriye girdi. Çok fazla oyalanmadı orada.
Dışarıya çıktığında elinde bir buket kırmızı gül taşıyordu. Dükkanın camına
bakıp saçlarını ve kravatını düzeltti. Yürümeye devam ederken ıslığıyla bir
melodi tutturmuştu.
Bir apartmanın kapısına geldiği zaman durdu ve derin
bir yutkunmanın ardından üçüncü zile bastı. Zile basmasının ardından geçen süre
onun için bekleme zamanıydı. Bu zamanın ne kadar sürdüğünü sorsalar sonsuza
kadar diyebilirdi. Merdivenlerin ışığı yandığı zaman yüzünde bir gülümseme
belirdi. Burada geçen zamanın bir ömür kadar sürdüğünü söyleyebilirdi. Ayağıyla
tuttuğu ritimle geçen saniyelerin hesabını yapıyordu.
Kadını merdivenlerden inerken gördü adam. Kalbi daha
hızlı atmaya, heyecan bedenini kaplamaya başlamıştı. Onu uzun zamandır
görmüyordu. Onu görmeden geçen zaman cehennem gibiydi. Kadın kapıyı açtı ve
“neden geldin” dedi soğuk ve sinirli bir sesle.
“Konuşmamız lazım” dedi adam “beni dinlemeden yanlış
bir yargıya varıyorsun.”
“Senin neyini dinleyeyim ben. Yine yalanlarını mı?
Kusura bakma ama beni tekrardan kandırmana izin veremem.” Kadının sesi
acımasızdı. Adamın önünde ufaldığını görünce daha da insafsızlaşıyordu.
“Kendimi anlatmama bir izin versen. Zannettiklerinin
doğru olmadığını bir söyleyebilsem sana. Yemin ederim, başka bir kadın yok.”
adamın cümlelerinin boynu büküktü ve çaresizlik kokuyordu. Kaçan bir gemiye
tutunmak için son bir atlayış yapacak gibiydi.
“Bir şey söylemeni istemiyorum. Karşıma çıkma yeter”
kadının cümleleri keskin bir kılıç gibiydi, parçalayarak kesiyor ve dışarıya
çıkmıyordu.
“senden boşanmak istemiyorum anla ve son bir şans
tanı bana. Yine istemezsen çıkarım hayatından. Yalvarırım bir kez olsun dinle
beni.” Adam cümlesini bitirince kadının gözlerinin içine baktı o gözlerini
çevirse de ve aldığı kırmızı gül buketini ona doğru uzattı.
Kadın buketi aldı, uzun bir süre boyunca kokladı ve
adamın suratına fırlattı. Adamın yüzüne çarpan buketi görmeyen kadın apartmanın
kapısından içeriye giriyordu. Gururuyla birlikte son umudu da paramparça olan
adam kadının merdivenden çıkışını izledi. Orada kalıp ağlamak ve yürümek
arasında kararsız kaldığında yürümeyi seçti. Dağılan çiçekleri umursamayarak
ilerledi.
Ancak o çiçekleri umursayan başka birisi vardı ve
dağılmış çiçekleri toplayıp sırtında ki yeşil çantaya attı.
…
Kadın yatağına uzanmış, ellerini başının altında
bağlamıştı. Tavanı seyrediyor ona baktıkça uzakları hayal ediyordu. Şu anda
başka bir yerde olmayı çok isterdi ama hayat ona beklemesini söylemişti.
Beklemek zordu aslında hele zamanın geçmediği zamanlarda. Özlem doluydu
beklemek, yalnızlıktı ama bu yalnızlığın içinde umut da vardı. Bu yüzden
beklemek bütün o kekremsi tadına rağmen tatlı geliyordu.
Yüzünde hafif bir tebessümle doğruldu yatağında.
Yatağının kenarından aşağıya doğru eğilip siyah bir kutu çıkardı. Kutuyu iki
eliyle tutup yatağının üzerine oturdu. Kutunun üzerindeki oymaları okşarken oda
karalıktı. Hiçbir şey görmemesine rağmen buna ihtiyacı olmadığını biliyordu. Hissetmesi
yeterliydi ve kutuyu açtığında odaya dolmaya başlayan gül kokusu onun için
yeterliydi.
Öyle bir noktadaydı ki hissetmek artık yeterli
gelmiyordu ve yatağının yanındaki gece lambasını açtı. Kutunun içindeki
mektupları aldı ve sırayla okumaya başladı. Okudukça güldü yüzü, Okudukça mutlu
oldu. Geçmişte yolculuk yaparken kutudaki fotoğraflara bakmaya başladı teker
teker. Fotoğraflar onu anılarına götürdü. Çok mutlu olduğu zamanlarda
dolaştıkça içini bir huzur kapladı. Beklemek ona kolay gelmeye başlamıştı.
Mektupları okuyup kutunun içindeki gülü bir kez
öptükten sonra yatağın yanındaki komodinin üzerinden küçük bir müzik kutusu
aldı. Bunu o vermişti. Gemiciydi o, kaptandı ve yurt dışına çıkıp altı ay kadar
da gelmeyecekti. Bu müzik kutusunu
verirken “beni ne zaman özlersen müzik kutusunu aç. Sana beni verecektir o”
demişti. Bu yüzden her gece, evde olduğu her vakit müzik kutusunu açıp küçük
balerinin dansını izlerdi.
Müzik ruhunu kaplamaya başladığında gözlerini
kapatıp hayal etmeye başladı. Altı hafta geçmişti. Yani gelmesine 134 gün
kalmıştı. Göz kapaklarının arkasında bambaşka bir diyara gitmişti. O diyarda
onun yanındaydı. Beline sarılmış ve gözlerinin içine bakıyordu. Tenini
kokluyor, nefes alış verişlerini dinliyordu.
Tam hayallerinin orta yerinde telefonundan kısa bir
ses geldi. Belki ondan bir mesaj gelmiştir diye büyük bir heyecanla atıldı.
Telefonunu eline aldı. Mesajın ondan olduğunu görünce hemen okumaya başladı
“buraya kadarmış. Devam etmek istemiyorum. Bitti!” mesajı okuduktan sonra bir
süre boyunca hiçbir şey yapmadı balerinin müziği bittiği sırada. Daha sonra
mesajın ne demek olduğunu anlama çabaladı. Ardından sebepleri sorguladı. Hiç
kıpırdamamasına rağmen gözlerinden yaşlar aktı, hıçkırıklara boğuldu. Müzik
kutusunu eline aldı ve açık olan camdan dışarıya fırlattı.
Müzik kutusu hızlı bir şekilde aşağıya düştü.
Kaldırımlara çarptığında birkaç parçaya bölündü. Ancak bu tükenmiş bir kadının
onu almasına engel olamadı.
…
Loş bir ışıkta sokaktan aşağıya doğru inen
merdivenlerden ilerledi. Fazla değil birkaç basamak sonra evine gelecekti.
Şehrin ücra bir köşesinde çevresindekilerin içini merak ettiği bir yerdeydi
yıkılmaya yakın tek katlı ev. Oysa kaç deprem görmüştü o duvarlar. Bütün o
sarsıntılardan sadece birkaç çatlak kalmıştı geriye. Kimse o çatlakları tamir
etmemişti. Kimse eskiyen boyayı yenilememiş, kırılan camları değiştirmemişti.
Sokağın altındaydı, insanların, evlerin kısaca her şeyin altındaydı.
Mavi renkli ahşap kapısını açarken derin bir nefes
aldı. Kapı açıldıktan sonra ayakkabılarını dışarıda bıraktı. Onları içeriye
almasına gerek yoktu. Biliyordu kimsenin almaya tenezür etmeyeceğini. Karanlıkta biraz ilerledikten sonra el yordamıyla
bulduğu düğmelere bastı ve koridor aydınlandı. Portmantonun yanından geçerken
giydiği eski püskü kabanı çıkardı. Bu esnada eve sinmiş olan eski kokusu
genzini yakmaya başlamıştı ama umursamadı onu.
Her yanı fotoğraflarla kaplı koridorda ilerlerken
oldukça yavaştı ve etrafına bakıyordu. Önce mutfağa girip bir bardak su içti.
Ardından biraz daha ilerledi ve sağındaki ikinci kapıdan içeriye girdi. Uzun
zaman öncesine ait mobilyaların bulunduğu bir salondaydı. Mobilyaların kimisi
eskimiş, kimisi ise yırtılmıştı.
Tekli koltuğun yanına geldiğinde bir masa çekti
kendine. Koltuğa oturduğunda çantasını masanın üzerine koydu ve içindekileri
çıkarmaya başladı. Çantanın içindeki her şey çıktığında ise onları incelemeye
başladı. Müzik kutusu tamir olabilirdi, çiçekler çok güzel kokuyordu, oyuncak
ayı yatağının yanında güzel duracaktı ve mektupları okumak için can atıyordu.
İlk mektubu okuduğu zaman gülümsedi. Bu erkeğin
mektubu olmalıydı. Diğer mektuba geçmeden önce oyuncak ayıyı geçici bir
süreliğine vitrine müzik kutusunu ise sehpalardan birine koydu. Çiçekleri de
cam bir vazoya koyduktan sonra koltuğuna geçti ve okumaya başladı.
“bu kadar kötü bir mektup olamaz” dedi kızgın bir
sesle “ayrılıklar bu kadar kolay olamaz.”Öfkeden dişlerini sıkıyordu ve mektubu
önce ikiye ardından dörde ve en son sekizi böldü. Yırtılmış parçaları yere
attıktan sonra beyaz bir kağıt aldı ve yazmaya başladı.
“sevgilim
bilmiyorum bu sana yazdığım kaçıncı mektup. Bilmiyorum duygularımı anlatabilmek
için kaç tane daha yazmalıyım. Sonuçta zor benim için. Sana sarılıp gözlerinin
içine baktığımda veya dudaklarında gezindiğimde hissettiklerimi anlatmalıyım.
Bana aldığın müzik kutusu çalıyor şu anda. Geçen gün verdiğin çiçekler hala
masamda, hala güzel kokuyorlar. Mektubu yazamayacağımı düşündüğüm sıralar geçen
sevgililer gününde aldığın oyuncak ayıyı seviyorum. Bana güç veriyor o, hepsi
bana güç veriyor.
Bazı
zor anlar yaşıyoruz. Bazen kavga ediyoruz, bazen sesimiz yükseliyor ama ben
bize dair umutlarımızı hiç kaybetmedim. Hep düzeleceğimizi, eskisi gibi
olacağımıza inandım ben. Hiçbir zaman umutsuzluğa düşmedim. Bir şekilde tekrar
eskisi gibi olacağımızı biliyorum. Buraya kötü şeyler yazmak istemiyorum.
Asılda seni çok sevdiğimi söylemek istiyorum. Bilmiyorum sen neler yazıyorsun
ama inan hiç önemi yok çünkü seni çok seviyorum. Bunu unutma lütfen” yazdıktan
sonra sayfayı katladı beyaz bir zarfın içine koydu. Ardından üstüne “sana”
yazdı ve öpücüğüyle mühürledi. Gözlerini kapattı ve hayaller ülkesine geri
döndü. Hep ait olduğu yerde yaşamaya başladı.
Hep yapardı bunu. Önce insanların hatıralarını
toplar ve ardından kendinde birleştirirdi. Kendine alternatif hayatlar
yaratırdı aşık olduğu tek adam daha ona açılamadan trafik kazasında hayatını
kaybettikten sonra. Onlu hayatlar kurgulardı ve hepsi mutlu sonla biterdi.
Topladıklarını bunun için kullanırdı. Bu şekilde kimi zaman kavga eder kimi
zaman hiç durmadan sevişirlerdi. Hayalleri onun tek gerçeğiydi artık o diye
yastığına sarıldığında.
Resim: Andrew Ferez
0 Yorumlar