Yazmaya gönül vermiş kişilerin yüreğinde, her zaman bir
kitap yatar. Yani, yazdıklarını bir kitap halinde bastırmak.
Ya da en azından bu, şimdiye kadar böyleydi.
Düşündüklerini, bildiklerini, derlediklerini, araştırdıklarını,
biriktirdiklerini; kağıda, matbaaya, yayınevine filan ihtiyaç duymadan okurlara
ulaştırmak olgusu ise, son birkaç senenin ürünü.
İnternet sağolsun.
Kitap çıkarmış olan veya bastırma aşamasında olan
kişilerin deneyimlerini, blog yazılarından zaman zaman okumaktayız. Bu işlemin,
özellikle kişinin kendi çabası ile gerçekleşmekte ise, işin maddi yönünü cepten
bizzat karşılamak yanında, çok zaman ve uğraş gerektirdiğini de yine bu
kişilerden öğrenmekteyiz. Sonucun yazarı memnun edip etmediği de tartışılır. Raflarda
bekleyip tozlanan ya da evin bir odasında istiflenen kitaplar, hiçbir yazarın
rüyası değildir. Manuskriptin bir yayınevi tarafından programa alınması ve basım,
dağıtım ve satış işlemlerinin bir anlaşmaya bağlanması elbet ki daha iyi bir
çözüm ama bir yayınevine, programına almak üzere eser beğendirmenin kolay bir
iş olmadığı da ortada. Kitabınızı, parasal yanını siz üstlenmeden basacak bir
yayınevi bulsanız bile, bu da kitapları satılan bir yazar olabilmek için bir
garanti değil.
Türkiye İstatistik Kurumunun verilerine göre, 2010
yılında Türkiye’de 34.000 üzerinde ve 2011 yılında da 39.000 üzerinde kitap
basılmış. 2011 yılındaki rakamın %35.9 unun konusu edebiyat ve retorikmiş.
Almanya’da bu rakam yıllık ortalama 100.000 civarında. En çok kitap basılan ülkelerin
başında ise İngiltere geliyor.
Her sene çeşitli şehirlerde yapılan kitap fuarlarında, standlar
yeni çıkan kitaplar altında yıkılıyor. Bu muazzam pazarda kendine bir yer
bulabilmek, yeni başlayan bir yazar için mucize sınırlarında bir eylem.
Peki ne tarz kitaplar satıyor?
Avrupa’daki okuyucu profili, en çok satanlar listesine
son senelerde, hep tanınmış krimi yazarlarının romanlarının, ya da “Harry Potter”
vari masalsı öykülerin girdiğini gösteriyor. Burada bir parantez açıp, modern
yaşamın getirdiklerinden bunalmış günümüz ademoğlu ya da kızının, fantastik veya
adrenalini yüksek dünyalarda teselli aramasının rol oynadığını söyleyebiliriz
belki. Okunan kitaplar arasında, çeşitli alanlarda tanınmış insanların yaşam
öyküleri de yer alıyor. Örneğin Bill Clinton’ın ya da Grace Kelly’nin
biyografileri gibi. Son senelerde tavan yapmış bir tür de, tarihi romanlar.
Tarihe ne kadar uyduğu tartışılır cinsten olan bu tarz romanlarda, yazarın
fantezisine sınır yok. Alıyorsunuz elinize her hangi bir tarihi dönemi ve
tarihi bir şahsı, ondan sonrası kaleminizin insafına kalmış, tarihi şahsı
gönlünüzün dilediği olaylar içinden geçiriyor, ona hayatında hiç karşılaşmamış olduğu
sevgililerle aşklar yaşatıyor hatta işin içine tamamen hayali kahramanlar da
karıştırabiliyorsunuz. Zevkle okunuyor bu romanlar, ayrıca kimse çıkıp,
“ecdadımız bunları yaşamadı” da demiyor.
Kendisini sattıracak bir kitap yazmanın başka bir yolu
da, yazarının daha önceden herhangi bir alanda ün sahibi olması. Filanca
aktörün, falanca şarkıcının, filanca futbolcunun ya da filanca gurmenin yaşadıklarından
veya yaşamadıklarından derleyip yazdığı veya büyük ihtimalde bir Ghostwriter’a (
para karşılığında, kişinin kendisiymiş gibi yazan profesyonel bir yazar) yazdırttığı
kitap da kitlelerin ilgisini derhal çekiyor. Bu konuya örnek olarak, rüşvet
skandali yüzünden görevinden ayrılmak zorunda kalan eski Alman Cumhurbaşkanı
Christian Wulff’un karısı Bettina Wulff’un ya da eski futbolcü Lothar Matthaeus’un
kitabı gösterilebilir.
Tabii ki, hiç kimsenin aklına gelmemiş bir konuda çarpıcı
birşeyler yazarak yayınevlerinin ilgisini çekmek de her zaman mümkün ama bu en
zor yol.
Bu yazdıklarım, insanların kitap okuduğu; evde her boş
anında, trende, otobüste, tatilde elinden kitap düşürmediği, her vesile ile
birbirine kitap hediye ettiği ülkeler için geçerli. Kitabın az okunduğu
ülkelerde bir kitap yazmaya kalkışmak, daha da zor bir iş haliyle.
Günümüzde insanların kitap okuyacak zamanlarının gitgide
kıtlaşmış olduğu da düşünülürse, sıradan bir kitap yazarı olarak, yazar
gökyüzünde parlayabilmek hayalinin, büyük ihtimalde hayal olarak kalacağı da
hazin bir şekilde ortaya çıkmış olur.
Bu noktada, yazmaya gönül vermişlerin umutlarını
bağladığı kurtarıcı, haliyle İnternet.
İnternet yaygınlaşmaya başladığında, bunun yazı ve
haberleşme konusunda bir devrim yaratacağı, kağıdın papucunun dama atılacağı,
artık herkesin herşeyi İnternet’ten okuyacağı iddia edilmişti, bilirsiniz. Devrim
olmasına oldu, sonuçta birçoklarımız İnternet bağımlısı haline geldik,
haberleri ve dünyayı İnternet’ten takibettiğimiz gibi, sosyal yaşamımızı bile
taşıdık beyaz cama. Ama bütün bunlar kağıdı tamamiyle ortadan kaldırmadı
şimdiye kadar. Elbet ki kağıda bağlı koskoca bir endüstri ve ondan ekmek
yiyenler de var ve onlar meydanı kolay kolay bu yeni rakibe bırakmıyorlar.
Sonuçta herşey iki kaideli hale geldi, gazetelerin, dergilerin, kitapların, tüm
yazılı basının bir ayağı kağıt üzerinde, diğer ayağı İnternet’te. Bütün bu
kuruluşlar, okuyucu hangi alanda kendisini rahat hissediyorsa, o alanda var
olmaya ve başa baş at koşturmaya gayret ediyorlar. Haberleri İnter’netten okuyan
birinin, ayni gazetenin kağıt baskısını da almayacağı aşikar olduğundan, basın
kuruluşları bir yerde, tabiri caizse kendi kendilerinin İnternet sayfalarıyla da
rekabet halindeler. Bazı basın bunu, İnternet sayfalarını da yalnızca paralı
aboneye açarak aşmaya çalışıyor. Bu takdirde de, alanı parasız olarak hizmete
sunan rakiplerine karşı eli zayıf kalıyor.
Ama bir yandan da, başta söylenen kehanet, yavaş yavaş
gerçekleşiyor.
Son senelerde tüm dünyada gazetelerin kitle halinde
ölümünün başladığından söz ediliyor.
Yalnızca ABD’de, aralarında “L.A.Times” ve “Chicago Tribune”ın de
bulunduğu, kapanan gazete sayısı tam 14. Almanya’da bu sene “Frankfurter
Rundschau” ve “Finanziell Times Deutschland” perdelerini kapattılar. Fransa’da “La
Tribune” kapandı. İspanya’da “El Pais” can çekişiyor. Tüm Avrupa’da birçok
gazete maddi sorunlarla boğuşuyor ve çareyi işçi çıkarmakta buluyor. (Kaynak:
Zeit Online)
İki ayrı kaide üzerinde yaşamaya çalışan yalnızca
gazeteler değil. Kitap dünyası da ayni cambazlığı sürdürmeye uğraşıyor.
Bastıkları kitapların tümünü, kağıt haliyle satamayan yayınevleri, onları
e-kitap haline getirip, çok daha ucuz bir fiatla İnternet adreslerinde
okuyucuya sunuyorlar. Özellikle yaşı genç okurlar arasında e-kitap, bir orman yangını
gibi hızla yayılmakta.
Bu arada bazı Internet kitap firmaları, yazdıklarını
henüz kitap halinde bastıramamış yazarlara da yeni bir hizmet sunuyor:
Kitabınızın, sizin tarafınızdan düzenlenerek e-kitap halinde doğrudan okuyucuya
ulaştırılması. İşin teknik yönünden
biraz anlıyorsanız, kitabınızı birkaç saatlik bir çalışma sonunda istenen
formata getirip, kendi tesbit ettiğiniz bir fiatla satışa çıkarabiliyorsunuz. Yayınevi
yok, bir sürü para bağlamak zorunluluğu yok, beklemek yok, baskı yok, dağıtım yok.
Yalnızca, size bu olanağı tanıyan platforma satıştan belli bir yüzde
veriyorsunuz. E-kitabınızın okunması konusundaki şart, basılması halindeki
şartla ayni: Okuyucuyu saran birşeyler yazmışsanız, e-kitap olarak da satılıp
okunuyor. (Türkiye’de bildiğim kadarıyla henüz böyle bir hizmet nedense yok.)
Bütün bunları irdeledikten sonra elbette ki, blog
yazmakla, herhangi bir kitap yazmanın birbirinden çok farklı şeyler olduğuna da
değinmek gerek.
Kitap, ele aldığınız konuya ve yazdığınız türe göre, uzun
vadeli bir çalışma gerektiren, sabır, azim isteyen bir uğraş. Kağıt üzerinde
olduğundan, nerede kaldığı ayrı bir sorun olmakla birlikte, kalıcı.
Blog gündelik bir çalışma, güncel olmalı, kısa ve öz
olmalı, çarpıcı olmalı vesaire. O da kalıcı ama başka bir ortamda. Ve tabii
bulunduğu ortam, şimdiye kadar bazı blog sitelerinin kapatıldığı gibi,
kapatılmazsa. Öyle de olsa, isim yapmış bir blog yazarının, kendi İnternet
sitesiyle okuyucusuna ulaşmaya devam edebilmesi olanağı var. Ayrıca bloğun,
vakti veya sabrı kıt olan okura, çabuk birşeyler ulaştırması açısından da bir artısı
var.
Konu daha uzun, tartışılacak çok yönü de var. Blog mümkün
olduğunca kısa olmalı kuralına uymaya çalışarak şimdilik bitirelim.
İnternet’in basılı yayın dünyasının saltanatını temellerinden
sallamakta olduğu olgusu, bir gerçek.
Ayağını hangi kaide üzerine koymak isteyeceği de, bu
şartlar altında, artık herkesin kendi bileceği bir şey.
Blog mu yazarız artık, yoksa kitap mı, tabii ki
sonuçlarını da göze alarak, paşa gönlümüze kalmış yani.
Not: Yazıyı
yazdıktan sonra öğrendiğime göre Türkiye’de de isteyene e-kitap düzenleyip
satma olanağı sağlayan firmalar varmış.
1 Yorumlar